Translate-Çeviri

30 Ekim 2015 Cuma

Beş Pekiyi Uğruna Çıtçıtlı Resim Çantasıyla Körüklü Otobüse Binen Çocuğun Dramı


Beyin, yaklaşık olarak 1400 gr olan yumuşak bir doku. Vücudumuzun en önemli organı. En önemli saydıklarımızın bile kontrol merkezi. 10-14 milyar civarında sinir hücresi bulunmasına rağmen, bilgi saklama kapasitesi ise 1-2 milyon bit arasındadır. Bu da demek oluyor ki; çok önemli görülmeyenleri ctrl-shift-del yapıyor beynimiz.
Bazen insan nasıl büyüdüğünü anlayamıyor, anlayamadığı gibi ilk deneyimlerinden küçük olayları beyin kaydetmemiş oluyor.
İlginç sorular geliyor aklına insanın; mesela ilk kez toplu taşıma aracı olan otobüse tek başıma savunmasız ne zaman binmiştik?
Ergenlik ve gençlik dönemimin en hikayesi bol yılları lise zamanı. Okula servis ile değil, otobüsle gitmeliyim dediğim yıllar. Neden? Ben artık çocuk değilim. Kimse beni serviste görmemeli, servisin içerisinde görülürsem utancım iki katına çıkar dediğim ergenliğindeki seneler.
Hayat şartları ve sosyal imkanlar bakımından sürekli ev değiştiriyoruz o sıralar.
Oturduğumuz evden okula giden güzergahtan geçen toplu taşıma araçları: taksi-minibüs-otobüs. Öğrenci olduğumuz için taksiyi bu listeden direk çıkarıyoruz, anlatmaya gerek yok :)



Resim çantası, 25x35, 35x50, 50x70 gibi zenginliğine göre değişen ebatları ile ikibinli yıllara damga vuran figürlerden. Sol ve sağ loblarındaki çıtçıt eden yeri kapadın mı inanılmaz bir keyif hissettersin.Tıpkı eski otobuslerde daha çok olurdu o düğme, inmek için yuvarlak tuşlu butona basarsın ya bir ferahlık gelir ya aynen öyle. 
 Bir gün öncesinden resim öğretmeni bütün sınıfa not vereceğini ve eksik olan resimleri tamamlamamız gerektiğini söyledi.
Ben ve benzeri bir çok arkadaşım da geceden annesine, babasına, kısacası kimi buluyorsa resim yaptıracak.
Ama o beş-pekiyiyi kimse benim kadar hak etmemiştir diyebilirim. (Beş Pekiyi. Beş Pek…iyi…)
Uzun süre sonra okula resim çantası götürecektim. Neyse çıktım evden işte.
Okula güç bela, kendimi nefes alacak kadar boşluk bulduğum otobüs veya minibüsei son anda zıplayıp giderdim. Fakat durum bu sefer biraz daha karışıktı. Elimde dünyanın en mantıksız, şekilsiz şeyi vardı. “Resim Çantası”
Ebatları açıklanır cinsten değildi. Dünyanın en saçma şeklidir dikdörtgen zaten. Sırtımda sırt çantası, elimde dikdörtgen beyaz resim çantam. Beklemeye koyuldum durakta. Durak kalabalıktı. Duraktakiler ve ben geçen toplu taşıma araçlarına uçak misali bakıyorduk. Biz uçağı görüyorduk ama kaptan ve yolcular durağı sanki hiç görmüyorlardı.
Biraz daha zaman geçti. Normalde bindiğim saatler geçmişti ve ben strese girmeye başladım. Okula ve derse geç girmemek değil de kişisel olarak takıntımın olmasından. Gidilecek bir yere geç kalma takıntısı var bende. Napalım ben strese girdim bi kere durakta.
Derken uzaktan kırmızı uzunca uzun akordeon şeklinde bir otobüs köşeyi döndü. Tren gibiydi, böyle her yere siyah leş gibi duman fofuda fofuda geliyordu. İçerisindeki kokuyu yaklaşık 500 metre uzaklıktan alabiliyordum ama, o otobüs benim kurtarıcımmış gibi geliyordu bana.  
Durakta değilde biraz önde veya arkada bekleyeyim dedim. Çünkü elbet yolcu indirecek bir otobüse denk gelicektim. İndirince de boş yere zıplarım dedim.
Tabi çakalım ya, yine de arayı uzatmadan 20-30 metre ileri açıldım duraktan.
Akordeon tipli trene benzeyen körüklü otobüsü görerek beklemeye başladım.
Heyecan olmuştum çünkü arkasında başka otobüs-minibüs yoktu ve ben gelen bu otobüse binmek zorundaydım.



…Beklenen oldu otobüs durağı biraz geçince yolcuları indirmek için durdu. Hatta beni bile geçti. Ama ben duraktan otobüse olan bölümün birincisiydim ve ordan hızlı adımlarla otobüse yaklaştım.
Yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım, koştum, yavaşladım, baktım…
İnenleri bekledim. Arka kapıdan inen nerden, nasıl inmiş acaba diye sordum kendime. Çünkü sıfır yer ve insanlar dışarda resmen. 2001 yılında Hacettepe Üniversitesinde çekilen kampüs otobüsünün bir benzerini hayal edin.



  • Hacettepe Üniversitesi kampüs otobüsü, Yıl 2001.    92-261     06 LNM 64
Ben yine de kendimi atmaya çalıştım o otobüse sırt çantam ve resim çantamla. Gelme der gibiydi bakışları ordakilerin. Sessiz ama içten derinden küfürleri hissedebiliyorum. Ben yer açar mısınız bile demeden böyle sol ayağımı attım. Sığışma derdindeyim. Sığdım mı gerisi kolay diyorum. Ne olabilir ki en fazla? Kapıda kapanmazsa oh püfür püfür valla.
Güç bela adımımı attım ama, benim yüzde otuzum falan içerde. Sol elim çok az da olsa içerde ortada kapıyı dik-paralel bölen tutmalıkta, kara demirde.
Kanca yapmısım işaret parmağı öyle. Sırt çantam, arkamda samsun sigara içmekten bıyıkları sararmış amcanın nefesinin hemen önünde. Sağ elim ise beş pekiyiyi bekleyen resim çantasını tutmaya çalışıyor. Derken otobüs hareket etti. Yavaş yavaş hızlanmaya başladı ama bende sıkıntı yok. Ben sadece
motosiklete kasksız binmiş köpek gibiyim.
O andan itibaren saniyeler içersinde verdiğim psikolojik savaş. Sabitim, hareket etmeye yer yok. İnsanların dışarı düşmemesi mucize. Kasıldım ve yavaş yavaş kramplar girmeye başladı. O iğrenç resim çantasını, o dar alanda tutmaya çalışan sağ kolumu esir aldı kramp. Ben bir master yoda gibi başka şeyler düşünüp o anın geçeceğini hayal etmeye çalışırken, körüklü otobüsün arka kapısından “tarkturktrk” diye ses geldi.
Kapı meksika dalgası gibiydi. Önce sağa sonra sola kendi olduğu yerde harekete başladı. Kapı kapanacaktı, evet. Ama benim sağ kol resim cantasını tutuyor. Resim cantasının tamamı dışarda salınıyor uçurtma gibi.
E sol elin sadece işaret parmağı kanca gibi ortada duran o siyah demiri tutmaya çalışıyor. Kapı kapanırsa direk suratıma çarpacak ve çarpması ile beni sıkıştıracak diye düşündüm. Çünkü “tarkturktrk” sesi korkutucu çıkmıştı ve sanki Mike Tyson yumruğu gibi görünüyordu bana.

O anda bir karar vermeliydim. Benim üzerime doğru saniyeler içerisinde beni bu düşüncelere sokan kapı bana çarpmadan. Kafamı hafif sağa dışarı doğru çıkarıp dışarıya otobüsün hızınına baktım. Otobüs pek hızlı gitmiyordu sanki. Ben de kapı çarpacağına ben aşağı atlayayım bir sonraki otobüsle giderim diye düşündüm.Düşünmez olaydım. Böyle kendini özgürlük diye bağıran Willian Wallace misali kapı ile burun buruna gelmeden zıpladım dışarı doğru.
Ayaklarımın hızı ve otobüsün aynı yöndeki hızları birbirinin eşleniği değil. 
…Uçuşumu hatırlıyorum.
Otobüsün hızını yakalayamayınca, resim çantam benden kopmuş özgür bir göçmen kuş gibi havada süzülürken, ‘Matrix’ gibi zaman yavaşlamıştı.
Dışardaki sesler “KOŞUN ÇOCUK OTOBÜSTEN AŞAĞI DÜŞTÜÜÜÜ!”




Yerde gri lise pantolonumla kaydım. Otobüs durdu. Çevreden insanlar koşuşarak yanımda bitti. Bir taraftan yeri öperken, diğer taraftan da bu rezillikten nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Diz kapaklarım beyazlamıştı kayarken, gri lise pantolonu hayal edebilirsin.

Yanıma geldiklerinde ise ben hemen ayağa kalktım. Canım nasıl yanıyor ama hiçbir şeyim yokmuş gibi davranıyorum, yeter ki o kalabalık çevremden yok olsun. Kendimi feci rezil hissediyorum. Bana soranlar var, oğlum nasılsın. Ben ise resim çantam diyorum sadece.

Bırak şimdi resim çantanı sen nasılsın diye şuurum ölçüyorlar. Ben ise resim çantam, resim çantam nerde diyorum.
-Resim çanta mı gördünüz mü?
Harap bitap vaziyette o gün okula gittim. Dizlerim hafif yırtık ve solgun. Bütün vücudum, sokakta ne kadar toz varsa süpürmüş üstümde, saçlar dağılmış. Kafamda yara bandı.
Kan ter içinde derse girdim. Resim hocası numaramla beni yanına çağırdı. Bütün bu olaylardan habersizdi belki ama, ben beş pekiyi aldığım için farklı hissettim. Bütün zor sartlara rağmen hocanın kalemi o deftere beş pekiyi yazdığında içimde anlamsız değişik bir duygu oluşmuştu. Prenses kurtaran Mario gibiydim. Bütün zor bölümleri atlatmıstım. 
Okul hayatında genel olarak başarılı bir öğrenciydim. Çok zor sınavlardan çok iyi notlar aldığımda olmuştu. Çok çalışıp düşük aldıklarımda. Fakat içlerinde en özeli resim dersinde aldığım beş pekiyiydi. Zordu, sıkıntılıydı, komikti…
Ne logaritmalar atlattı bu can da bir seni sevdi be resim dersindeki beş pekiyi.
Haydi eyvallah…




Saygılarımla.

Yan Arabadaki Yüzler



image

Hayatımızın başlangıcı gerçekten doğduğumuz gün mü? İlk dünyaya geldiğimizde sıfır noktasında mıyız? Her şey o gün mü başlar, yoksa dokuz ay daha ilave edelim mi geriye doğru? Ya da daha eski zamanlara giderek, herkesin hayatlarına dokunan ince ayrıntıları mı araştıralim? Bizim oluşumumuza zemin hazırlayan detaylara bakalım, sonra daha doğmadan önce, her birimizin şampiyon olduğunu düşünelim vs…
Maddenin en küçük yapı taşı atom der geçeriz değil mi? Fazla kuantum, dinden imandan çıkarır adamı, aman sorgulamayalım biz işimize bakalım. Onlarla da bilim adamları uğraşsın. Merak edenler de açsın, az incelesin  M Teorisini. Anlatacak değilim şimdi onu size.
Her bireyin kendi içerisinde yaşadığı en özel gündür doğum günü. Ne kadar önemsemez görünse bile, o gün geldiğinde farklı duygular yaşarsın içinde.
Şöyle diyaloglar bile yaşarsın:
+ Oğlum rahatsız mısın sen?
- Yoo…ben dünyadaki en rahat adamım yahu…
Her bakımdan incelenebilir bir cevap değil mi? (Cevap: Hayır, değil.)
Her yıl mayıs ayında ‘Cannes Film Festivali’ düzenlenir ve her sene tren sesiyle başlayan bir film Altın Palmiye'yi kazanır ya. Belki bana da palmiye verirler umuduyla, çocukluğumdan beri devam ediyorum saçma hayallerime…Benim, araba camından hayallere dalmak çocukluğumdan beri en sevdiklerimden. Film yapacaksın bak bunu, 7 yaşındaki çocuk ben, Haliç'ten geçerken dışarı doğru, uzaklara bakıyor. Rüzgar falan saçlarını uçuruyor. Filmin sonunda da, bu sefer yaşlanmış ben, aynı sahneyi tek ayağım çukurdayken yaşarım, bir nefes alıyorum ve… -Son- … Altın Palmiye benim.
Neyse, araba camından hayallere dalarsınız. Yollarda, zamana karşı klipler oluşturursunuz. Her sene şarkılar değişir, hatta başrol oyuncuları bile değişir. Sonuçta klibin yönetmeni sizsiniz. En güzel tarafı da bu sanırım. Ani fren ya da korna sesi duyana kadar, olmamış olayı oldurursunuz; olmuş olayı da geçmişte farklılaştırarak, yeni bir şimdiki zaman yaratırsınız ya da bilinmez bir gelecek hayal edersiniz. Geleceğe dönüş serilerine baştan başlamak istedim tam da şu an.
Çok sıkılgandır, sabır yoktur bizim nesilde. Şöyle ki, biz değil miydik ilkokulda atlamalı kitaptan başka bir şey okumayan.
* Dinazordan kaçmak için 9.sayfaya; arkadaşını dinazordan kurtarmak için 28.sayfaya; her ikisi de teferruatlı, ben paşa paşa kalırım burda delikanlı gibi diyosan “Bizimla değilsın” gibi kaç kitap bitirdik. 9'a ordan 25'e, 25-38-6-dön 82-geri 13-52-94…amerikan futbolu… Gaza gel!!! Sayfaları boşver, okumayı da. Kitapla beraber koşmaya başla özgürce sonra touchdown. Ye kitabı.
- Anne ben bir kitap yazacağım. Adı da “Yan Arabadaki Yüzler” olacak nasıl?
+ Çok güzel.
Bu kadar. Kitap yazmayı zirvede bıraktığım an.
—————————————————————–
Çocukken tek korkun sünnettir. Gerçekten erkekliğe ilk adımı sünnettir. Belki de hayatta karşılaştığın ilk korkuyu o zaman yaşarsın. Ergenlik sürecine kadar, o korku, seni epey bir idare eder. Endişe, belirsizlik, çevre…vb. öğeler sana yeni korkular yaratmaya başlar. Korkularının artarak ilerlediği bu dönem, hayatının uzun bir gelişme bölümü olup, en güzel yıllarında hep seninle olacaktır. Küçük ya da büyük farketmez, herkes kendine özgü korkusunu oluşturur ve oyunu oynamaya devam eder. Tıpkı küçükken bize anlatılan masallar gibi…Sen git delikanlı ağustos böceğini, bize La Fontaine farklı anlatsın. Medyanın gücü. Değerli abilerimiz yıllar sonra oturmuşlar buna kafa yormuşlar ve ağustos böceğinin gerçek hikayesini yazmışlar. “Ağustos böceği aslında çalışkandı!” ama ne fayda. Ağustos böceği kötüdür, karınca iyidir demişiz çocuk düşlerimizde. Hem ne fark eder, çalışsan ne olacak be karınca, sanki açlıktan öleceksin. Birisi gelecek üzerine basacak. Ne oldu, dünya malı sana mı kaldı karınca.
“Siz olduğunuzu düşündüğünüz kişi değilsinizdir, ama sizi yaratan düşüncelerinizdir!” -Dr. Norman Vincent Peale

- İnsan büyüdüğünü nasıl farkeder peki? Bilir misin abi?
+ Nasıl?
- En yakın arkadaşlarından biri evlenince.
Biz çocukken, evlenenlere büyük gözüyle bakıyorduk. “Koskoc+a(a…a) adam.” Şimdi o bölgeye biz mi transfer olduk? Yerimiz değişti, çocukların gözünde boyut atladık. Biz anne-baba yaşlarına gelmişiz. Ne ara yahu! Dolayısı ile anne-baba boyutunda yaşayanlar da eskidi. Onlar da dedeleşiyor. Dedeleşiyoruz aman tanrım, zaman durmalısın! Zaman çok hızlı ilerliyorsun dur artık!!! Açmayın dedeler capsi tam şuraya ne güzel gider. Ahanda…
image
Aşık Veysel'i daha iyi anlıyorum zamanla. Güzelliğin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa. Değişiyoruz, farklılaşıyoruz, korkuyoruz.
Otobüste 3-4 kişi bir araya gelir de “havalarabala hurarara” gülerler, makara yaparlar ya. Sonra bir durakta hepsi iner, otobüste tek kalır o gürültücülerden biri. Sonra da uysallaşır ve bir köşeye sessizce atar kendini ya. Bakar böyle sağa sola şebekçe ya da kulaklığını çıkarır, müzik dinlemeye başlar. İşte buna benzer bir dumura uğrarsın arkadaşlarından biri evlendiği zaman…Farklı düşüncelere dalarsın. Seni seviyorum, benimle evlenir misin? Ömrümün sonuna kadar benimle yaşlanmaya gibi ve benzeri cümleler mi bizi üst levele atlattı diye düşünürsün. Amanda aman.
Ben mesela kimseye seni seviyorum diyemem ki. Son noktada, o anı cümle ile bir kalıba sokmanın yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Sevgi, aşk gibi soyut öğeleri, somutlaştırmanın yanlış olduğu standart sevgi cümleleri. Benim de kullandığım zamanlar oldu. Kullandığımda içimden bir ses, bunu acizce söyledi. Belki güçsüz kaldığım dönemde, saçma ve zaten bitmiş ilişkileri kurtarmaya yönelik yaptım istemsizce. Ağızdan çıktı mı? Seni-sevi….DUR!!! Deme! Somutlaştırıyosun, yıkılıyor hissiyat. Sevdiklerinize dünyadayken onlara ne kadar sevdiğinizi söyleyin derler ya. Söylemeyin! Yalan. Söylediğini duymasın karşı taraf. “Duyulmayacak, hissedilecek” diye camdan dışarı bakarak düşünürken, ani frenle kendinize gelirsiniz tekrar. Aradan yirmi sene geçmiş aynı noktadasın. Yine aklına, küçükken yazma planı yaptığın ve zirvede bıraktığın, “Yan Arabadaki Yüzler” adlı şaheser kitabın gelir. Yanından geçen arabalara bakarsın. Her yanından geçip giden arabada, benzeri hikayelerin olduğunu hayal edersin. Kim bilir, gelecek bir günde aynı noktada, o arabaların birinde olan ve aynı hayali kuran biriyle olursun. Belki yine radyoda o gün çalan şarkı çalar. https://www.youtube.com/watch?v=yDlwD2TJsUw
Tam da o an, hem geçmişi hem şimdiki zamanı hem de geleceği yaşarsın. Tam da o an, zamandan korkmaman gerektiğini anlarsın. Tekrar hatırladığın kadarıyla şarkıya eşlik edersin ve yüzler elbet kırışır evlat, fakat yaşımız hep on dokuz diyebilirsin belki de.
İyi akşamlar,
Saygılarımla.
image

Araf Nesil: Alfred ve Onun WebCam'den Kavga Edebilen Arkadaşları (Aşırı Çernobil içerir)


Bu yazıdaki kişiler tamamen gerçektir. Yazılardaki isimleri ise hayal ürünüdür.
Çernobil Reaktör Kazası, bir deney sırasında meydana gelen 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıydı. 
Ukrayna'nın Kiev-Çernobil kentindeki Nükleer Güç Reaktörünün 4. ünitesinde 26 Nisan 1986 günü erken saatlerde meydana gelmişti. Bu nükleer kaza sonrasında atmosfere büyük miktarda fisyon ürünleri salındığı 30 Nisan 1986 günü öğrenildi.
Bu tarihten sonra yani 26 Nisan 1986 sonrası nesile dikkat ederseniz arafta kalmış radyasyonlu değişik nesildir.
Araf nesil: (04.1986-ve yer yer bazı 90′ları içerisine katmış ve yeni insan türü oluşmuştur.)


image


Eski ve yeni nesil bilmez; sadece arada kalmış ‘araf nesil’ bilir. 
Video döneminden yavaş yavaş bilgisayar çağına geçildiği ve milenyum diye adlandırılan 2000 sonrası dönem.
O dönem iletişim kaynağımızın olmazsa olmazı Msn Messenger idi. İnternet kafelere gidilir, masaüstü bilgisayar açılır açılmaz, ilk açılan program olurdu. Msn dönemi, 2010 yılının ortasına kadar yaklaşık 10-12 sene civarında sürdü. Bu zaman içerisinde bir çok anı da hem hafızalarımıza hem de kalplerimize yerleşti.
İlk ergenlik dönemimizde Windows Media Player ve Winamp birbirinin tamamlayıcısı gibiydi. Yani bazı kişiler için olmazsa olmazdı.

image

Jackson; arabeski seven fakat, ortamlarda elit görünmeye çalışan bir tipti. Akşam eve gidince bilgisayarını açar, ardından offline olarak msn e giriş yapardı. Konuşacağı kişiler yoksa öyle sotede beklerdi. Derken konuşabilitesi olan bir hatun msn kapısından içeri girince çok geçmeden online olurdu. Öyle ki winampta son ses Cengiz Kurtoğlu-Gelin Etmişler.mp3 çalarken nasıl olur da karşı tarafta Deep Purple dinlediği görülürdü.
Jackson, konuştuğu kızın kendisini daha elit görmesi için, onun seveceği müzikleri Windows Media Player'e depo etmiş, sessiz bir şekilde başlatmıştı.
Bu arada Winamp Cengiz Serisi. Aynı anda iki playerla yazışlar. Hem kendi sevdiği müziği dinliyor, hem de hoşlandığı kızın, onun hakkında kendi türevi şarkılar dinlediğini düşündürtüyor. Einstein, izafiyet teoremi ve Jackson’ın msn ne dinliyorum teoremi :)

image

Yeni tanışılan kişiler Msn'e eklenirdi. 
Msn'de iki tarafında online olduğu o an. Sohbet penceresi açılır. İç dünyamız çok karmaşık ilk sağ üstte profil fotosundan yüz tahlili yapılmaya çalışır.
Heleki profilin sol altında webcam işareti varsa.
Evet bu ince ayrıntı araf nesil çok iyi anlar.
Kendi açımdan msn de o küçücük webcam işareti neler ifade etmezdi ki. 
Webcam’i bile var düşüncesi
“Webcam'i var düşüncesi”
  • Acaba açar mı? Ben de yok ama. 
  • Zenginlik timsali
  • Ben de mi alsam…vs bir çok benzeri gelgit fikirler zaten araf nesil siz bu hissiyatı çok iyi biliyorsunuz.
Wilfied; Sırf msnden kız arkadaşı buldu diye ona webcam alıyor ve kargo ile kıza gönderiyor kızı görebilmek için.
İnsanların beklentileri, istekleri, arzuları şu on senelik zaman diliminde bile nasıl değişiklik göstermiş.
Sen sırf kızla konuşabilmek için kıza hediye olarak webcam al :)
Gelelim asıl hikayemize,
Nirvanasıdır WEBCAM-MSN Döneminin;
2005-2007 yılları arasında ICQ-MIRC yavaş yavaş sektörden silinirken, MSN-Yonja nın top levelde olduğu yıllar. Facebook ülkemizi daha etkisi altına almamış. Üniversiteyi kazanmış bir grup insan, şehirlerinden, ailelerinden ayrılmış. İlk veya ikinci yılları.

image


Hikaye Alfred Fund yonjadan bulduğu bir kıza mesaj atar. Kızla buluşur, falan filan…Aradan bir hafta falan geçti Alfred bilgisayarının başında, evde yaklaşık 9 kişi var. Odadan dışarı bile çıkmıyor Alfred. Sonra yanına gittim. Başını kaldırmadı. Ekranına baktım yonjada mesajlaşıyor, fakat mesajlaştığı bir erkek. Meğer kızın sevgilisi varmış.Kızın sevgilisi Alfred'e mesaj atıyor ve uzun uzun yazışıyorlar bu süre içerisinde de ben giriyorum ve süreci yakınen izliyorum.
Sonra durdu bana baktı ve dedi ki: “Kardeşim mevzu var”. Ben de ne mevzu bilirim ne böyle kavgalı ortamlarda bulunurum.
İlk kavgamı bile karşılıksız yumruk yiyerek başlatmışım bu hayatta.
Dedim ne demek kardeşim, bakayım çekil. Bu mu? - Evet. Ben masaustu bilgisayarın başına geçtim yonja dan elemanın özelliklere bakıyorum. Adamın hobiler; judo,karete-tekwanda-ninjitsu ne varsa hobilerde.
Bir tane toplu spor bile koymamış. Bi profile bakıyorum bi kafayı sola çevirip Alfred'e. Tekrar baktım, inşallah yanlış kişiye bakıyoruzdur Alfred bu değil di mi?
Alfred: Bu bilmemneyin cocugu işte kanka dedi. Ben, tekrar sola, kuzeybatıdan esen karayel gibi Alfred'e baktım ve kardeşim kusura bakma da yani canımı da sokakta bulmadım. Bizim hobiler bol parantezinde(fut-basket-voley) adama bak yani Bruce Lee'nin lezzet ikizi.
Derken Alfred biraz daha konuştu, bu arada ben onun yatağına uzanıp o konuşurken hala goygoy yapmaktaydım. Tam o anda! Bağırdı. Gelin buraya!!!
Salona gitti içerde kağıt oynayan ve televizyon izleyen arkadaşlar vardı. İçerden 3 kişi Alfred'in odasına geldi. Ben de merak ettim…Biz Şabanoğlu Şaban filmindeki gibi dizilmiştik Alfred Komutan'ın önüne.
Alfred: “Şimdi beni iyi dinleyin…”
Hikayesini tekrar anlattı kısaca. Kıza yazıyor. Kızın erkek arkadaşı var durumu öğreniyor. Bruce Lee'nin lezzet ikizi ve Alfred yonjada konuştukları yetmiyor.
Birbirlerine sevgili gibi msnlerini veriyorlar. Alfred devam ediyor. Bakın şimdi ben bu şerefsizle 1 haftadır konuşuyorum. Şimdi msnden biraz kavga ettik.
(Bu esnada 4 kişi tam bilgisayarın karşısındayız ve çıt çıkmıyor. Anlam veremiyoruz olan bitene.)

Bakın şimdi webcami açıcam. ‘'Sert Durun!“
Evet o an gülmemiş olabilirim belki ama; ‘Sert Durun’ çağrısı yapıldı. 'Sert Durun’ ne demek. Yan yana dizilmiş birbirimize baktık. Çocuğun webcam simgesi yoktu bilgisayarında. Sanırım fakirdi. Yani zengin olma olasılığı yokmuş gibi bir hissiyatı da anlık yaşadım kendi içimde.
Robert-Jason-Michael ve ben yan yana bilgisayar açılırken tepkisiz duruyorduk ve tam da o anda Alfred'in talimatını duyduk.
Alfred bize 'AÇIYORUM CAM'i’' 
Kaşları çattık, Robert işaret parmağı ile bittin sen oğlum diyerek sürekli sallıyor. Michael, baş parmağını paralel şekilde boynuna götürerek kafa kesme hareketi yapıyor. Ben ise bütün olan biteni izlerken, bir yandan da sert durmaya çalışsam bile, Jason'ın o son hareketinden sonra olay kopuyor…

Jason; bu karışıklıkta çok sinirleniyor demek ki, webcami sabit olduğu yerden söküyor, kafasını sallıyor dişlerini sıkarak ve şaşkın bakışlar arasında webcam'e kafa atıyor. İşin ilginci ve komik olan da kimse demedi, Jason napıyosun diye.(Uçan adam Sabri bey olayı daha piyasada yok. Sabri bey, napıyosunuz?) 
 ‘’O an’’ dedikleri vardır ya, o an bir ışık gördüm işte. O an bütün olan bitenin bana Allah'ın bir lutfu olduğunu anladım.
Gerçek anlamda salak mıydık yoksa psikopat mı? Bunun aynı doğum tarihleri arasında dünyaya sızan radyasyondan başka açıklaması olamazdı.
Bunlar yaşanırken acaba Bruce Lee'nin lezzet ikizi bizleri izlerken ne düşünüyordu diye sorarım bazen kendime.
Bizi sevmiş miydi? Yoksa korkmuş muydu?
Saygılarımla. 

image

Löbiş Kelimeler - Ya ben ne bileyim?


12 / 2014
image
***Türkçe'de yazılışları aynı, anlamları farklı olan kelimelere sesteş ya da diğer bir adıyla eş sesli kelimeler denir.
Örneğin: 
* Yılanı gören at birden şaha kalktı. 
* Mutfaktaki pislikleri çöpe at.
At örneğini neden verdim, çünkü Google'a yazdığım ilk örnekte karşıma bu iki cümle çıktı. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Anlata anlata uzayacak şimdi hikaye de ondan…
10 yaşında altılı ganyanla tanıştım. Yaşımın yetmediği yarışları dinlerdim dedemden, ilerde o yarışları izleyince de zamanda yolculuğa çıktım sonraları.
Yazları bile, arkadaşlar denize çağırdıklarında, yok siz gidin ben dedemle boya yapıyorum der, altılı izler ve yarım saatlik yarış arasında paldur küldür dedemle denize girer geri dönerdik. Çok eğlenirdik rahmetliyle.
Kendimi at hissettiğim yıllar da oldu. Okuldan eve, evden okula giderken, insanlarla at yarışı yapardım. Çaktırmadan yarışır, kimse farketmeden, sağ elimde sanki kırbaç varmış gibi kendime vurur, ivme kazanarak hızlanırdım. Hatta bir keresinde 600 ile 400 arasındaki son viraj dönülüyor sayın yarış severler dediğim, bakkalın köşe virajından çıktım. Yaşım o zamanlar da on beş bilemedin on altı. Küçük de değilim hani. 3 yaşlı maiden ingiliz atı gibi hissediyorum. Yanımda benden yaklaşık on yaş büyükçe bir bayan. Yanlış anlamayın at yarışı yapıyoruz. Bayan at gibi falan değildi ama iyi yarışıyordu. Foto finişe yaklaşılırken, bayan, iki buçuk üç boy fark temin ediyor. Foto finiş bizim eve gelmeden önceki, dört yolun kesiştiği kavşak. Oraya önce varan kazanır. Ben kırbaçlamaya başladım kendimi, sağ elimle sağ dizime vurarak. Tabi bu esnada kafam bir ileri bir geri hareket ediyor, bir kişnemem eksik. En dış kulvardan yaptığım ataklarla bayanın sağrılarına yaklaşıyorum. İki at tek at oluyorlar. Bütün ilginç spiker kelimelerini kullanayım heyecan gelsin. Ben bunu bi geçiyor, bi geçiliyor heyecan yaratıyorum içimdeki Ali Kayakıt'la…
Sonra at olmayı bıraktığım cümle, yarıştığım diğer attan gelir, aman pardon bayandan “Ay sen benimle yarış mı yapıyorsun?”. Ay sen benimle yarış mı yapıyorsun? ne demekti. O anda iyi kişnemedim kadına. Dedim ki: “Yoo,yoo…ıııaaııooo..yarışmıyorum…neden ki, ne oldu…aeioaa”. Konuşabildiğimi farkettim, utancım beni yerin dibine soktu. O gülüşü, bakışı, alaycı cümlesi…Evrildim pokemon gibi, atdan insana dönüştüm o anda.
***Türkçe'de yazılışları farklı, anlamları aynı olan kelimeler de var. Sahi var mı? Cümleyi okuduktan sonra neydi len onun ismi diye düşünebilirsiniz. Ben bir an gel git yaşadım çünkü. “Eş anlamlı kelimeler” tabiki de.
Korkarım ki at kelimesinin TDK sözlüğünde herhangi bir eş anlamlı karşılığı bulunmuyor. Baktım. Ondan bu konu başlığının altında rahat bir nefes alabilirsiniz. Çok kısa bir diyalogla geçiyorum burayı.
X       : Senin en sevdiğin hayvan ne?
Dodi : Aslan burcuyum ben be, hep anlaştığım burçlar da aslan. En sevdiğim hayvan da at.
Geçtim. Bitti. Aslan diyeceğimiz zannettiğiniz değil mi ? Şakacı Hüsam :)

Bunların dışında birbiri ile alakası olmadığı halde kimselere diyemediğimiz ve hep birbirine benzettiğimiz tanımını yapamadığımız …..ler vardır. “…..” ile yazıyorum, çünkü burayı dolduracak bir kelime Türkçe'de yok. Buraya gelerek o boşluğu silecek olan kelime, sizin hayal gücünüzde yarattığınız olsun. Mesela löbiş, mesela zırtonga, kikivares, gredan…vs gibi düşünebiliriz. Löbiş kelimeler güzel geldi kulağıma.
Anlatılamayan soyut kavramı, somutlaştırmak çok zor, ama deneyeceğim.Beyinlerinizin içerisine girebilmek adına yapacağım. Sol lobunuzdan o ince ayrıntıyı bulup çıkartacağım.

Aralık-Şubat. Yahu birbiriyle ne alakası var di mi? Yıllardır aralık ile şubatı karıştırırım. Ne sesteş ne eşteş, yani bu bildiğin löbiş. Löbiş yani.
Halbuki Aralık önemlidir. Bir yılın son senesidir, günleri tam tamına çeker, dört hafta cumartesi pazarı vardır. Düzenli bir aydır. Her ne kadar 31 Aralık-1 Ocak karmaşası olsa da sevilir yani eskiciler tarafından. Net aydır.
Oysaki Şubat…Elinizi yumruk yapın. Serçe parmağınızdan başlayarak ilerleyin. Dışarda kalan aylar otuz bir, çukurda kalanlar otuz çeker. Yalnız şubat yirmi sekiz çeker çocuklar cümlesini, ilk duyduğumdan beri üzülürüm şubata. Hababam Ahmet muamelesi yaparlar, al şubatcığım dört senede bir sana yirmi dokuz. Tepe tepe kullan. Yani bakıyorsun temmuz-ağustos peşpeşe. İkisi de otuz bir. Çukursuz diğer ele geçiyor diye mi? Nasıl kurallardır bunlar diyerek düşünmeye başladım. Yahu gariban şubat, yirmi sekiz olacağına, her sene al otuz bir çeken iki aydan birer gün, ne yaptı?
Ocak 31/ Şubat 30/ Mart 31/ Nisan 30/ Mayıs 31/ Haziran 30/ Temmuz 30/ Ağustos 30/ Eylül 30/ Ekim 31/ Kasım 30/ Aralık 31
Düzeni sağladık işte;
(7x30)+(5x31)-(0x28)= 210+155=365
image
Peki bu kadar saçmalığın içerisinde aralık ile şubatı neden benzetiyordum? Neden karışıyordu bunlar?
Benzeri durumlar ç mi, ş mi yazacam derken, kelimeyi yanlış yazıp karalayan ilkokul çocukları anlar beni. Onlar kendilerini biliyorlar, hiç yok ben yapmadım demeyin. Aslında bu da tam birebir örnek değil, löbiş olayını anlatmaya ama, toparlayacağız inşallah.
X arkadaşındır, Y de arkadaşındır. İkisi birbiriyle ortak paydada buluşmaz. Ne yapsan da karşılaştıramazsın. Yani sen, ne kadar zorlasan bile, evren buna kesinlikle izin vermez. Gerekirse araya bir sınır konulur, yine olmaz.
Farklı farklı örnekler içinde o duyguyu yakalamaya çalışalım…
Anımsamalar, benzetmeler, benzerlikler, farklılıklar bütünü anlatmak istediğim ara duygu. Somut yok. Unutacaksın…

Ya ben sana hep bilmem ne diyorum.
Sana bakınca şunu hatırlıyorum.
Şu şarkıda Osman abinin kırdığı masa aklıma geliyor. “-Masa değildi o sehpa.”
Mesela Zeynep denilince esmer kız figürünün kafanda canlanması. Sarışın olamaz.
Cameron Diaz değil, Kate Winslet oynuyor. Oha ne alaka. Yan ben onları hep karıştırıyorum benzemediği halde diyen başka birisi.
Alakası olmadığı ve birbirlerine benzemedikleri halde, iki arkadaşını birbirlerini tanımıyor olmalarına rağmen, kafanda arkadaşlaştırman.
Körüklü otobüsün, akordeona benzediğini düşünmek,
Kaldırım taşları arasındaki şekilleri, anneannenin televizyonunun üzerindeki dantel örtüye benzetmek.
Halının ya da perdenin üzerindeki şekilleri canlandırma ve ondan hikaye oluşturma…vs
-Neden? Çünkü bunlar hep löbiş. Ya…
Kavuşamayacakların aşkı mı yoksa anlattıklarım? Belki de aralık ile şubat birbirlerine kavuşamayacak ruh ikizleri. Biri yeni yıla geçerken, diğeri o yılı bitirmek için uzunca bir süre beklemesi gerekiyor. Neyse bu da kafamda yarattığım löbiş sonuçta.
Kısacası…
Yaaaa…ya offff…ya ne bileyim. İşte öyle bir şey :)
Saygılarımla.

29 Ekim 2015 Perşembe

Abi Yılanda 2008 Yaptım


image
Lise zamanı herkesin değişik hikayeleri olur ya güleriz, eğleniriz falan…
Bazı hikayeler hep efsane olarak nitelendirilir ya, onlardan işte. Benim top noktası da bu.
Yıl 2002 falan, Türkiye daha Dünya Kupası'nda tarihi başarısını elde etmeden öncesi.
Dönemin efsane telefonu Nokia 5110, hatırlasınız. Benim de 5110'um vardı o zamanlar. Star gazetesinden, günde 1 tl biriktirerek 42 kupona almıştım. Aldığım zamanlarda 49 tl falandı. İşletme okuyacağım o günden belliymiş hep inceden, küçük hesaplarla kar gütme çabaları işte.
Sosyal ortamlardan çok uzakta, hayal dünyasında yaşayan genç ergen ben. Benim yaşayıp, insanoğluna yaşattığım olay, akıllı telefonların daha sonra üretilme nedenidir. Sahiplerinin bu kadar aptal olamayacağını düşünen cep telefonu üreticileri, bu anlatacağım, yaşanmış olay sonrası teknolojiye yön vererek akıllı telefonların ortaya çıkmasını sağladılar.
Daha 17 yaşında, kendi halinde takılan, gözünde gözlüğü, çelimsiz, kızların fark etmekte güçlük çektiği ve tek düşüncesi derslerinden yüksek not almaya çalışan bendenizin, hayatına 5110 girmesinden sonra değişen hayatına akıyorsunuz…Telefonun keşfedilecek pek bir özelliği yoktu. En önemli özelliği ve hayatımı değiştiren yılan oyunuydu. Bir yiyecek, iki yiyecek, üç, dört… yılan büyüyor hocam. Köşelere çarpınca, yılanın başıyla götü bir olunca yanıyosun. Biz bu oyunu sabah, öğle, akşam oynamaya başladık. Okula gidiyor derslerde bile yılan oynuyordum. Elit düzeyde bir yılan oyuncusu olduğumu rekor yapınca anladım. Sınıfa gelip 1999 yaptım bitirdim yılanı dedikten sonra hayatımın değişeceğini nerden bilebilirdim…
+ Yılan oyununu bitirdim. 1999 yaptım zar zor be dün gece.
- “Yahu yılanın rekoru 2008, bitirince de cumhuriyet altını veriyorlar rekor o.” diyen bir lise arkadaş, bilmezdim ki beni bambaşka bir yaşama hazırlasın…
+ Ciddi misin lan. Harbiden mi? O kadar da uğraştım. Demek ki son duvara vurdum
- Evet sen 2008 yap, cumhuriyet altını veriyorlar. (İlerde anlıyorum bu cümlenin boyutunu)
Bir hafta boyunca inanır mısınız, hayatım yılan oyunu oldu. Evde, okulda, tuvalette…sürekli yılan oynuyordum. Aslan burcuyduk, inat etmiştik. O rekor kırılacak, cumhuriyet altını alınacaktı.
Geometri, matematik, fizik vs… farketmeksizin bütün hafta derslerde rekor denemelerine başlamıştım. Türev, diskriminant anlatılırken sıra altında yılan oynanır ve tek düşündüğüm 2008 yapmaktır.
Durdurarak, heyecanlanarak yanmama adına son anlarda rekor kırma hevesiyle 2008 yapıldı. 2008'i yaptığımda ise içimde öyle bir sevinç vardı ki… Hem gurur hem başarı, sanki dünya ile bağlantım kesilmişti. Hiçbir şey umrumda değildi, cumhuriyet altınını kazanmıştım çünkü.
Rekor okulda matematik dersinde kırılmıştı, çok net hatırlıyorum. Normalde 4 dk da durağa giden ben, o gün güzergahı değiştirerek aşağı yoldan Beşiktaş'a indim. Ne kimseyi bekliyor ne de aklımda bir soru işareti var. Pollyanna'yım ben. Konuşma balonları çiçek açıyor sağ üst tarafımda.
Sırt çantamı taktım iki taraflı arkama, koştur koştur yüzümde gülümseme yola koyuldum…
ve herşey o andan itibaren başladı.

Kvk bayi buldum kendime ve içeri girdim.
+ Abi merhaba.
- Merhaba.
+ (Telefonu açıyorum o arada kafam aşağı eğik, rekor yaptığım skoru arıyorum.) Abi yılan da rekor kırdım
- ….evet…
+ Rekor kırdım 2008 yaptım.
- Evet. (E ne oldu yani der gibi bakıyor)
+ Abi yılanda 2008 yaptım
- ????
+ Yılanda rekor kıranlara cumhuriyet altını veriyormuşsunuz.
- ve beklenen cevap aslında…Yok oğlum kim dedi yemişler seni, öyle bir şey yok.
+ (Kafamdan kaynar sular döküldü o anda, utançtan surat kıpkırmızı ) aaamaa bana dediler ki…Yılanda rekorrr kıraaana…
- :) Yok abicim öyle birşey :))) diye gülen esnaf…
***Meğer cumhuriyet altını yokmuş, lise arkadaşım beni tiye almış o an ve benim ciddiye alacağımı düşünmemiş…
Hayatımın en utanç verici anını yaşıyordum. İnanmamıştım, hatta akşamında babamla başka bir bayiye bile sormuşluğum var. Azmetmiş 2008 yapmıştım yahu.
İki farklı komedi de çıkıyor aslında yıllar sonra, kafamda canlandırdığımda…
-1-
+ Abi, merhaba
- Merhaba
+ Yılanda rekor kırdım. 2008 bak.
- ***Aferin oğlum bravo
Bitti.
-2-
+ Abi merhaba
- Merhaba
+ Yılanda 2008 yaptım
- e u e u e ı ee… nabem (Şaşkınlığı düşünebiliyor musunuz?)
5110 cep telefonumu o hafta değiştirdim unutmak için. 3310 aldım sonra ve bir daha yılan oynamadım ama o anı hiç unutamıyorum.
*Abi yılanda 2008 yaptım diye ortalığı karıştıran ey ergen, 2014 yılından selamlar sana, seni çok seviyorum :)
Saygılarımla.
image

Kraliçe Taçlı Küçük Kızın Hazin Öyküsü


MonAmi Oil Pastel'i bilirsiniz. İlkokul dönemimizin vazgeçilmezlerinden. Zenginlik seviyesine göre dış cephesi değişen, genelde çantalı pastel boya olarak hatırlanan MonAmi…Kapital düzenin saf hali.
Orta halli ailelerin çocukları genelde 16 colors kullanırken, daha zenginleri 36 ve 48 colors kullanırdı. MonAmi'yi çantalı göremeyenler de vardı kutu içerisinde. Onlar 8 colorsluk dikdörtgen kutu içinde olanı ile idare ederlerdi. Kutunun üzerinde bile daha çok renk var halbuki, hem su dökülse kabı yırtılacak cinsinden.
imageColors olarak yazmamın nedeni de çocukken o şekilde telaffuz etmemiz yatıyor.
+ Senin ki kaç colorluk(kolor)
- 24, senin kaç colors…gibi :)
MonAmi'nin açılımını yıllarca düşünmedik. Okunuşuyla kaldı “monâmi” hiç araştırmadan. Monday // a.m desek, “i’‘dışarda kaldı, o ne o zaman. Sonradan farkettim i'nin üzerinde ® var. i üzeri r yani. Kuantum'a varıyor iş sanırım. Dolayısı ile evrenin gizli şifrelerini çözmeden, ne anlama geldiğini öğrenmekten vazgeçtim. 
Bir fotoğraf karesi veya bir resim düşünün. Yıllarca baktığımız o karenin farklı olduğunu farkettiniz mi hiç? Aynı fotoğraf karesine baktım yıllar sonra…Farklı.
MonAmi, Mona Lisa'dan çok daha değerlidir benim için. Neden mi? 
Geçenlerde şans eseri internette rastladığım 24 colors MonAmi'ye daha dikkatli baktım. Uzun seneler baktığım kare, kraliçe taçlı küçük kız sandığım figür değildi. Her baktığımda Süper Mario'nun kurtarmaya çalıştığı prensese benzettiğim, meğer prensmiş. MonAmi prensiymiş yahu. 
Bu yazıyı kesin bunu bilmeyen, farketmeyen ve okuyunca sahi erkekmiş diyerek, hafif tebessüm edecek dönem kardeşlerime yazıyorum.
Dikkatli bakmıyoruz; ilk bakışta önemsemiyoruz ve farketmiyoruz. Ön yargılar bedenimizi ele geçirmiş. Ya gördüğümüze kafamızda soyut anlamlar katarak daha farklı ve iyi bir somut elde etmeye çalışıyoruz. Ya da peşin yargılarımızla, daha iyi bir somutu göremeyecek kadar kör olabiliyoruz.
Bu hikayede olduğu gibi ben, koskoca prense yıllarca prenses diye anlam yüklemişim. Neyse ki, prens beni fark etmeden iyi yırtmışım :)
’'Peki ya biz? Hangi prensesleri göremedik başka karelerde.”
“Peki ya siz? Hangi prensleri göremediniz başka karelerde.”
Saygılarımla.

Çitlembiklere Kirli Elleriyle Dalan Çocuklar


image
Karaağaçgiller(Ulmaceae) familyasının, Celtics cinsini oluşturan 70 kadar ağaç ve çalı türünün ortak adıdır çitlembik ve bu bilginin anlatacaklarımla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Kerestesi ticari açıdan değerlidir ve bir de Yumurcak Serisi'ni hatırlayanlar bilirler. Yumurcak'ın kankisi, boyacı zenci çocuğu Çitlembik varAslında zenci bile olmayabilir, boyadan belki yüzü siyah. Zenci diyerek de ırkçılık yapmayalım, çocuk ruhu ile yazıyoruz. Biz o Çitlembiği de çok sevmiştik nedensiz. 
 image
Her neyse tamam başlıyorum hikayeye…
Bizim ev dizisindeki Stefani'nin ilk çocukluk aşkım olduğu yıllar. Teknoloji yeni yeni hızını arttırıyor. Biz ise hayallerimizle sokaktayız.
Eski mahalle kültüründe, her mahallenin kendine has özellikleri vardır. Şöyle ki, “Game of Thrones'da ” her ailenin kendine has sözü, flaması, güçleri vardır ya hani eski mahalleler de öyledir.
Mahalle maçlarında düşman sahasıdır gidilen deplasman. Orada alınacak galibiyet, mahalleye dönüş sonrası bakkaldan alınan Probis ve Capri-Sun'larla kutlamak ise paha biçilemez.
imageimage
Bizim mahallemizin simgesi, çitlembik ağaçlarıydı. Gücümüzü çitlembikten alırdık. Temel Reis'in ıspanağı, vodkanın enerji içeceği neyse, bizim için de çitlembik oydu. Kara kara ellerimizle, burunlarımızı çeke çeke sıvışırdık çitlembik ağacının yanına…
+ O ne? Ne yiyorsun?
- Çok güzel yesene. “Çütlembük”
+ Çitlembik ne ya ?!&%? Güzel mi ?
- Ye de gör. Mmmnn. (Tatlı mı mmmm balden tatlı bigün ben de yicim, hikayesini paralel evrende yaşamışız da haberimiz yokmuş, Sezercik filmlerini sonradan öğreniyoruz tabi)
+ Yedim…Tadını hatırlayamıyorum. Tadı yoktu ki ya, ama sürekli yiyordum. Baş parmağım ve işaret parmağım küçük çitlembikleri dalından (3-5sn arasında) alıyordu. Löp löp yiyoruz valla arkadaşlarla ne olduğuna anlam veremediğimiz bu bitkiyi. Soruyu soran çocuk ben, zamanla cevaplayana dönüştü. Sonra devamında saadet zincirinin sanırım temelleri ilk bizimle keşfedildi.
Gel gelelim, çitlembiği lezzetli ve farklı kılan, tadı değilmiş. Saflık, arkadaşlık, nedensizce bir anı paylaşmak, gülümsemek. Çitlembik, takım olmakmış, ortak bir paydada buluşabilmekmiş.
Yaşlarımız ilerledikçe, çitlembik ağacı da ortadan kayboldu. Ya da hep oradaydı, bizim gözümüzden kaçtı. Sabitlerimiz değişti çevremizde. Her yeni yıl, çitlembik ağaçları gözümüzde daha az görünür oldu.
Hayatımızın her alanında, bizi birbirimize bağlayan, sığındığımız, güvendiğimiz sabitlerimiz oldu. Benim için en özel saf olanıydı çitlembik ağacı…
Yıllar ilerledikçe, ellerimiz temizlendikçe, o güzel yüreklerimiz kirlenir olmuş. Hangi zaman diliminde, hangi yaşta olursanız olun, kirli ellerinizle çitlembiklere dalan çocuğu unutmayın. O derinlerde bir yerlerde hep onu hatırlamanızı bekliyor.
Saygılarımla.

İkinci Menü İle Gelen Boşta Kalan İçecek


image
“Evet diğeri de…”
Yalnızlığın sembolüdür o kalabalıkta…Hepsi yenir, ama o içilmez. Hep tektir.
Karnın acıkmıştır, tek menü yetmez bilirsin. 
Hem şofor mahalli hem yirmi beş kuruş mantalitesine sahip bizlere 2 menu 12.95 yazısını gördüğümüzde çoğunlukla o duyguya kapılırız… “Bundan olsun.”
+Evet, beyefendi içecekler ne olsun ?
-Bir tanesi kola, diğeri de… 
Evet diğeri de…
Belki de bu iki veya üç saniyelik düşünme bile anlatacaklarımın küçük bir özeti gibi aslında)
Diğeri de ice-tea olsun, şeftali.
Takım yavaş yavaş sahaya girmeye başlar. Önden soslar, arkasından tuz ve pipet takip eder. Derken ilk içecek kola ve arkasından diğeri gelir. 
Sen bilirsin ilk hangisini içeceğini, koladır yani. Ana yiyecek ve patatesler eklenince, tek derdin bir yere oturup beş dakika içerisinde onları bitirmendir.
Her neyse sahaya dizilişlerine baktın mı? Startı ver ve dal. İkinci hamburger, ikinci patetes adama zevk verir. 
Peki ya ikinci içecek? 
Ya hiç başlanmaz ya da başlansa bile tamamlanmaz.
Gene öyle bir gün, diğer içecek tam dolu ve yiyeceklerin, soslar dahil, hepsi bitmiş.
Kalktım masadan. Geriye döndüm. Baktım ice-tea'ye. 
Şeftalili olsun demiştim ben ona kasada. Şimdi onu orda bırakıp nereye gidiyorum dedim kendi kendime ve yıllarca ihanet ettiğim ikinci menü ile gelen içecekleri hatırladım. 
MFÖ aklıma geldi. Hep yalnızlık var sonunda…https://www.youtube.com/watch?v=2GS9oI7RRMk
Bugün bana öyle bir baktın ki masada, sana karşı duygusal bir bağ hissettim be ice-tea. 
Geçmişte yanlış yapılan bütün ikinci menü ile gelen içecekler adına, dayanamadım aldım eve getirdim. Dolabın kapağını açtım ve güvenle ikinci rafa yerleştirdim. Aradan iki saat geçtikten sonra özlemle dolabı açtım. O kadar lezzetliydi ki bitirince, bittiğine üzüldüm.
Ezcümle:
Herkes, hayatta farkına varmadan bir şeyleri arka planda unutur, umursamaz. 
Biz de kim bilir hayatta, kimlerin ikinci içeceği olmadık ki ya da farkına varamadık ve biz onları ilk tercih yapmadık. 
O take away bardak, bugün farkında olmadan hayat dersi verdi bana.
Her seçim bir vazgeçiş olsa bile, bakış açımızı değiştirerek, ikinci plana attığımız ne olursa olsun, vazgeçmediğimizde neler olabileceğinin ihtimalinin de iyi sonuçlar verebileceğini unutmamak lazım.
Teşekkürler Şeftalilililili Ice-Tea :)

Bazı Üçüncüler - Hayattaki hatırlanmayan gizli şampiyonlara ithafen...


“Tarih ikincileri değil, şampiyonlari yazar belki ama; bazı üçüncüler vardır ki…”

Size 08 BBG Zeki’nin hikayesini anlatmış miydim çocuklar?

+ Hayır baba anlatsana. (Çocuk iç ses: Hayır baba anlatma yine saçma sapan şeyler, yıl 2034)
- Oturun ve iyi dinleyin simdi o zaman.. (HIMYM’a atıfta bulunalım)

Evet 08 Zeki, çoğu kişi hatırlamaz; ama o gerçek bir sampiyondur…

Eray&Melih duellosuyla ulkenin ic savasa girdigi ve ikiye ayrildigi seneler. Bolgelerden gelen oylar her hafta birinin elenmesine neden olmakta. Biz ise cephaneliklerimizi almiş evlerimizdeyiz. Çekirdek, tuzlu fıstık, kuru yemiş, çayımız…
Son haftaya girilmiş ve bir şampiyon bütün insanoğlunun kaderini kurtaracaktır. Yollar boşaltılmıstır, dualar edilmektedir…Derken o da ne!!! Eee…peki bu kim? Finalde evde sadece iki kisi yoktu, bir de 08 Zeki vardi. Peki Zeki oraya nasil gelmisti, fark edilmeden ?     
Herkes nefesini tutmuştu. Oy dagilimlari yapilmisti. Zeki’yi bölgelere göre oy oranını açıklamadan gönderdiler, belki oranı bile yoktu ama biz onu % 0.01 oy oranıyla sevmiştik.
Kimseyle sorun yaşamayan, arkadaş ve dost canlısı, Samsun’un çayırlarinda dünya s…me minare g…me felsefesiyle, börtü böcek, yine çiçekler açmıs, haydi koşalım, oynayalım, zıplayalım yuppi, uzlaşmacı 08 Zeki…Evet Zeki elenmemeliydi, ve o gün dönüm noktasıydı.
Aradan yillar geciyor…
Bunu tanidin mi? 
- Aaa, evet BBG Eray, diğeri de Melih…
Bu kim peki? 
- Kim?¥₩¿? Kim bu be…
Taniyan yok. 
Garip bir his değil mi ? 
Ve dedim ki: “Bu da mı gol değil, bu da mı?” Nasıl tanımazsınız yahu…
+ Peki baba yarışmayı kim kazandı ? 
- Hiç görünmeden finale kalmak büyük başarı yavrum, bu yönüyle hayalet olduğunu düşündüğüm 08 Zeki kazandı ve en azından saçma da olsa bir hikaye anlatabildim size ve aradan yıllar geçse bile bak hatırlıyoruz hoho(noel baba style)…
Siz de hayatın içerisindeki küçük ayrıntılara farklı gözle bakın ya da hikayeyi başkalaştırın. 
Gerçek olmasına gerek yok. Suyun yarısı boş mu dolu mu diye sorduklarında, o ne len yanındaki bisküvi mi diyebilin. 
Kısacası birinci, ikinci, üçüncü olmaya çalışmayın farklı olun. Şimdi git bana su getir len çocuk :)
08 Zeki'ye Saygılarımla :) 
image

Gezi Teknesini Kovalayan Tanku: Gerçek Bir Sıçma Hikayesi

Gezi tekneleri ile ilgili herkesin pek çok anısı vardır.  Benim de inanılmaz hatıralarım var, fakat bu yazacağım olay, şu zamana kadar gezi ...