Translate-Çeviri

28 Aralık 2021 Salı

Kanoya Kafa Atan Adam


Bir insanın açık denizde kanoya çarpma ihtimali sizce yüzde kaçtır?

Evet, kanoya çarpması.

''Kanonun insana çarpması değil, insanın kanoya çarpması.''

Size imkansızı anlatacağım. Olmaz demeyin, oluyor.

Dertlerin daha az olduğu bir yaz dönemine denk geliyor hikaye...

Mandıra filozofu haklıydı. ‘’Kaç yazımız var ki hayatta?’’

...

Her yazlıkçının hayalidir yaz gelse de yazlığa gitsek düşüncesi. 

O yaz günlerden bir gün hava yaklaşık 35 derece. Güneş yakıyor, tek bir bulut dahi yok. O kadar mavi ki gökyüzü, ufukla birleştiği yerde denizin rengini alıyor. Güneş o kadar sıcak ki, denizin üzerinde ışıltılar oluşturuyor. Bakmak isteğin yere, gözünü kısarak bakmak zorunda kalıyorsun.


Yazlık sahillerini bilirsiniz, olmazsa olmaz bir ''iskele’’ vardır. Nereye giderseniz gidin bu iskelede senaryolar hep aynıdır.

Çocuklar doluşur, doluşan çocuklar uzaklaştırılır.

Güreşen ergenler birbirini denize atar havarahuvara.

Amuda kalkanlar, su sıçratanlar, takla atanlar, balıklama atlayamayanlar…


Balıklama Atlayamayanlar:

Denize kağıt gibi yapışır genelde, sudan çıktıklarında kaynar su dökülmüş gibidir vücutları.

Sırf bir arkadaşım; balıklama atlayamadığı için, kız arkadaşı tarafından terk edildi.(True Story Bro/okursa yazıyı bana küfredecek ama şuraya sıkıştıralım onu da yeri gelmişken)

Farklı bir yazı yazılabilir aslında bu konuya ‘’ Balıklama atlayamadığı için terk edilen gencin dramı‘’

Yıllarca bunun üzerine çalıştı ciddi olarak.

Sonunda balıklama atmayı öğrendi ama; bu sefer de başka taklacılara denk geldi.

Yani kendine bir türlü balıklama atlayamamanın sorun yaratmadığı bir hayat ortağı bulamadı.

 ...

Neyse iskeleyi anladınız, yaşadınız o anı. Fakat o gün öyle değil. 

Bomboş bir iskele ve deniz. Sessizlik ve huzur hakim. Sıcak havayı absorve etmek adına denizin içerisindeyim, denizden dağları izliyorum manzara şahane…derken;

İskelenin başında gülerek gelen Sergio’yu gördüm.

İskelenin sonuna doğru, kırık tahtalı, üç basamaklı merdiveni aşmış, sırıtarak gelmekteydi yavaş yavaş. Sağ kol ileri giderken, sol kol geriye senkronize bir şekilde hareket etmekteydi her adımında.

Yürüyen bir yengeç sanki, tek farkı gülüşüydü. O muazzam sırıtış gözümün önünde. O mutluluk, o umarsız bakışlar.

Sergio bana doğru baktı.

- Su nasıl?

+ Çok güzel, atla.

 -Tamam geliyorum (Mutlu gülüşü ile)


Sergio’nun biraz önce balıklama atlayamanlar alanında anlattığımdan farklı kendine has bir atlayış şekli vardı.

Yana doğru denize paralel şekilde, kafası 45 derece eğik özel balıklama atlayışı vardı. Denize doğru ilerlerken vücudu pergel şeklini alırdı. Bu atlayış sonrası ise aldığı ivme ile suyun dibine girer.

Sudan çıkana kadar, kendini olimpiyatlarda son 50 metresi zannederek, önüne dahi bakmadan nefesini tutarak deparlardı. O gün de stilinden taviz vermeden başlamıştı yüzüşüne.


Denizin içerisinde tüm ana tanıklık ediyordum. 

Çok uzaklardan bir kano ivmeli bir şekilde gelmekteydi. 

Sergio’da bir o kadar ivmeliydi. 

İki ivmelinin, yine de koskoca denizde çarpışma ihtimali yoktu. 

Fakat zaman ilerledikçe saniyeler yavaşlamaya ve acaba olabilir mi sorusu zihnimde canlandı.

İvmeli kano ve ivmeli Sergio daha da yakınlaşmıştı birbirlerine.

Denizin içerisinden ‘’Sergio..oo.Sergio…Dur..rrr!!!’’ diye bağırmaya başladım.

İvmeli kanodaki çocuk fark etti '' İskeleden durgun denizi köpürterek gelen Sergio’yu''. Ve durdu, nutku tutuldu, hareket edemedi.

Sağa sola bakarken ivmeli kanodaki çocuk. Bir ses.

DANNNN!!!! Bir ses ki, kafadan çıkması imkansız.

AOOOUWWW!! İkinci bir ses ki, kurt uluyor denizde.

...


Sergio, tüm bunlar olurken ne düşündü acaba?

Denize atlarken Rodos’a kadar açıktı. Denizin içerisinde tek bir canlı bile yoktu benim dışımda. Alabildiğine boş.

Neye çarpmıştı? 

Neydi boş denizde vurduğu?

Ne olabilirdi? 

Denizin içerisindeyken hiç düşünmediği cisim nereden çıkmıştı ? 

''Gemi, tekne, zodiac, jetski, neydi ?''

Ya ivmeli kanodaki çocuğun bakışları : ''Abi ne yapayım der gibi.'' 

Çocuk durumu fark edince bıraktı kanoyu ama, hırçın Sergio bırakmadı devam etti.

O kadar sert çarptı ki, denizden izleyen ben, bunun bir intihar girişimi olduğunu düşündüm.

Çok hızlı bir şekilde durmadan öyle bir çarptı, öyle bir çarptı. Kano yalpalandı. Kanoyu devirecek güçte bir çarpma.

DANNNN!!! AOOOUWWW!!! RRIAAARIAARRRRRAAA!!! 

(Yandım rengi kırmızı)

 

Ben mi ?

Gülmekten su yutuyorum tüm bunları izlerken.

Boğulacağım kramplar girdi, ayağımı kuma basacak bir yere atmaya çalıyorum kendimi.

Çok garip bir andı gerçekten.

Seeeergio....Dur!!! (O an!)


 

 








Ez cümle;

Hiçbir şey düşünmeden, denize balıklama atlamak güzeldir. Umarsızca yüzersiniz, çevreye aldırış etmeden.

Çevrenizde biri veya birileri hep o denizin içerisindedir. Görürler ne olup ne olamayacağını. O kişi veya kişiler sizi uyarır, durdurmaya çalışırlar.

Fakat siz, kimseyi dinlemeden devam edersiniz sonunu düşünmeden yine de.

Çünkü güneş sıcak, deniz serindir. Tıpkı dondurma reklamı gibi, sıcak kumlardan serin sulara atlamak gibi.

Kanonun geleceği belliydi. 

Denizin içerisindekiler sizi uyardı. 

Belki çarpacak belki çarpmayacak. Yine de duymadınız ya da aldırış etmediniz bilemeyiz.

Hiç beklemediğiniz boş bir denizde, beklemediğiniz bir anda kanoya çarparsınız sonra.

Hem de ne çarpma.

Kafamı taşlara vurayım demek bile az kalır, kafamı kanolara vurayım dersiniz.

Sözün özü; Boş denizde olsa, kanoya kafa atmadan önce iyi düşünün. 

Deniz bir anda dalgalanabilir, köpekbalığı gelebilir, kano çıkabilir…


Yine de ben düşünmem yaparım derseniz,

''Boş denizlerde daha çok kafa atarsınız kanolara...''


Saygılarımla.


https://www.youtube.com/watch?v=HZLgaP9QJ0A


...

Sonradan gelen edit;

Bonus : 

Sergio'nun açıklamaları ''O an''

https://soundcloud.com/do-an-sara-387689486/sergio?si=e50a504be7734ab8a54570fb1a5e695f&utm_source=clipboard&utm_medium=text&utm_campaign=social_sharing





 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

.

 

 

 

26 Aralık 2021 Pazar

Sen Ninja Kaplumbağalardan Hangisisin?


Aileden ayrılıp ilk defa şehir dışına okumaya gidecek kişilerin dikkatine…

Öys sisteminden Öss devrine geçilen yıllar…

Fen mi ? Eşit ağırlık mı ? Sosyal mi ?

Senden seçim yapmanı beklerler, daha kendini tanımadan. Matematiğin iyiyse sen bence fen seç cümleleri başlar. Bir başkası için sen çok kitap okuyorsun bence sen fen seçme gibi.

Seçersin olmaz. Evet olmaz.

Sene kaybedersin, dershane parası, tekrar çalışma derken yükün ağırlaşır.

Bu sefer olmaya yakınsındır, sana iyi üniversitelerin iyi bölümleri sunulmaya başlar fakat tek sınav hakkın vardır. O gün gelir başın ağrır. Türkçe paragraf sorularında, kafanı eğdiğin için sümükle imtihanı olur çoğu kişinin bilen bilir. Hem millete hem sana eziyet gibi gelir.

Hedef puanın en az 30 puan altında kaldığını bilirsin çıkınca ve dersin ki olmadı İstanbul.

 

Olmadı İstanbul…

Üzülerek dersin belki bunu ama yıllar sonra da iyi ki olmadı diyebilirsin.

 

Aile ile yaşayan, sistemini hem ailesi hem de kendisi için bozmayan insana kader değiştirtecek an olur. Sonuçlar açıklandığında tam tahmin ettiğin aralıkta bir üniversite sana merhaba demiştir. Ve yola koyulursun.

Devlet yurdu da çıkmıştır sana.

Bazıları tek bir bavulla ailesi yanında olmadan o odalara geçer. Bazıları çekirdek, bazıları ise geniş aile olarak gelip, evlatlarını bırakırlar o kapının önüne.

Ertesi gün olduğunda ise herkes yalnızdır. Yeni hayatlarının ilk gününe merhaba derler.

Geniş ailem beni bıraktı, sonra gittiler. Odada benden önce iki kişi gelmişti fakat odada değillerdi. Eşyalarımı yerleştirmeye başladım bende. Derken valizin içerisinden bir zarf çıktı. Ağlayarak okudum. Sonrasında yıllarca bu zarftan söz etmedim sanki hiç görmemiş gibi. Mezun olana kadar 4 yıl boyunca cüzdanımda sakladım. Mezuniyet diplomamı almadan bir gün önce anneme bir zarf verdim. Bunu tam diplomayı aldığım ve elimi yukarı kaldırdığım zaman aç ve oku dedim. İçerisinde 4 yıl önce bana yazdığı o mektup ve benim ona mezun olmadan bir gün önce yazdığım bir yazı. Detaylarını yazmayacağım tabi size.

Mektubu okuyup hüzne kedere boğuldum o an, yanımda getirdiğim gitarımı aldım.

Ranzanın üst tarafını seçmiştim. Gitar çalamıyordum, sadece Nilüfer’in Caddelerde Rüzgar şarkısını tek telden çalmayı öğrenmiştim. Telefon açtım ve bunu çaldım o gün. Çok ağladı bizimkiler 😊

Neyse duygusallıktan çıkarak, odaya Ninja kaplumbağaların bir bir geldiği zamana akalım.

Önce Jesus geldi. Jesus 1.85 boylarında 55 kg yatağın yanında duran 1 Lt CocaCola şişesinin %85 i sigara izmariti olan ilk insan. Sonra yıllarını yurda adamış Elon..Sohbet koyulaştı.

Hatırlatma Niteliğinde Bilgi:

Çocukluk yıllarımızın en sevilen çizgi filmlerinden biridir.

·         Kaplumbağalar Leonardo, Donatello, Rafael ve Mikelenjelo.

·         Dört kaplumbağayı büyüten de bir fare, ‘’Usta Splinter’’

·         Düşmanları Star Wars karanlık taraftan yeni çıkan Shredder(Şiredır)

·         Shredder adamları domuz Bebop(Bibop) ve gergedan Rocksteady(Raksdedi).

·         Shredder ve adamları emirleri, bir robotun içerisinde yer alan bir beyinden alırlar.

·         Elbette ki haber muhabirimiz güzeller güzeli April O’neal.  

Muazzam ilginç karakterler. Tek tek incelemek uzun saatleri bu yazıya dökmek demek. Ondan odağımız Ninja Kaplumbağa mantalitesinde olacak aşağıda yazacaklarım.

Konu nereden ne şekilde geldiyse, acaba kapıdan içeriye dördüncü olarak kim gelecekti diye konuşmaya başladık. Derken konu Ninja Kaplumbağalara kadar geldi.

Sen kimdin? – Ben Mikelenjelo.

Sen? – Ben Donatello

Sen? -Ben Rafael

’Ya gelecek dördüncü bu üçünden biriyim derse? ‘’

Leonardo olmak kolay değil çünkü. Herkes Leonardo olmak ister. Oldum sanarsın. Sonra biri çıkar der ‘’Senin neren Leonardo’’.

Anladın mı?

Zor iş Leonardo olmak. Her Leonardo’yum diyene, biri çıkar bunu der. Kolay iş değil.

He…ee.. Ama desen ki ben Rafael’im. Ha iyi tamam derler yani anladın mı? Ya da Mikelenj.

April O’neal mesela Mikelenjelo ile güler eğlenir. Donatello’yu şirket ve bilgisayar işlerinde, Rafael’i de sinirli diye pis işlerde kullanır. Başrol için de Leonardo’yu seçer.

Çocuk filmi falan anlamıyorduk da var diyorduk bunda bir iş. Leonardo aşkın prensi. Di Caprio.


‘’Ya gelecek dördüncü bu üçünden biriyim derse? ‘’ de kalmıştık…

Kapı hafiften açıldı 45 derecelik açıyla…Göz göze geldik.

‘O an’

Dördüncü gelmişti. Kaşlarını hafif aşağıya doğru çatıp, kafasını eğmişti ve bu eğiklikten gıdı oluşmuştu anlık suratında.

O bana bakıyor, ben ona.

Tanıyor muyduk birbirimizi? – Hayır

Tanımıyor muyduk peki? -Bilmiyorum.

İçsel bir içgüdü ile kendimi ranzadan aşağıya tek hamle ile attım. Kendimi saldım aşağıya tam bir Ninja kaplumbağa gibi yani. Aşağıya atladığım gibi 270 derecelik bir açı ile dönerek yüzüne baktım.(Yandaki fotoğraf benzer bir oda neredeyse her şey aynı odada, atladığım açı bile aynı zihinlerinizde canlandırmak adına)



Ve dedim ki:

-''Sen Ninja Kaplumbağalardan hangisisin?''

Düşün ki ilk defa yurt odasına giriyorsun. Ailenden, arkadaşlarından, şehrinden ayrılmışsın. Ne olacak, nasıl insanlar ile tanışacağım diye düşünürken kapıyı açıyorsun. Ve önünde ranzadan atlayarak sana bu soruyu soran ben. ‘’Sen Ninja Kaplumbağalardan Hangisisin’’

Çok kısa bir duraksamadan sonra…

+Hı..Ha..Hu..aa.Ha diyerek bir gülme ve ‘’Gel buraya…ya ben nereye geldim diyerek gülümseyen ve bana sarılan biri’’  

Daha komiği diğer üst ranzadakinin de bunun arkadaşı çıkması tesadüfü. Sanki Yurtlar Kurumu Ninja Kaplumbağaları oluşturalım diye bizi koymuş odaya.

Dedim bu Leonardo’ysa Leonardo, değilse mesela ben Rafael’im tamam ben de Leonardo derim öyle bir ambiyans.

Bazı anlar vardır. Biri ile daha önce tanışmamışsındır, fakat sanki yıllar öncesinden onu tanır gibisindir.

Ve zamanın süzgecinden beraberce geçmiş, anıları biriktirmiş ve belki farklı bir hayatta o anılar ile gözlerimizi kapamışızdır. Farklı bir paralel evrende tekrar karşı karşıya gelmişsinizdir belki.

O an onun için acaba tanıyor muyum? der gibi bakarsın. Hem dost için böyledir, hem sevgili.

Ramiz Dayı olsa tam şu anda şu ses tonuyla belki şöyle derdi: Ramiz dayı ses tonu ile değiştirerek okursunuz ‘’Önemli olan Leonardo, Rafael, Donatello, Mikelenjelo olmak değildir yeğen, önemli olan bir bütün olarak, her birini ruhunda taşımak.’’

Evet.

Leonardo ya da Rafael olmak değil, bir bütün olarak dost olabilmekti. Dostluğumuz hala sürmekte kapıdaki dördüncüyle. 16.yıla girdik kardeş gibi kah Rafael, kah Leonardo, kah Donatello kah Mikelenjelo falan.

Bunun dışında daha bir sürü Ninja Kaplumbağa olan dostlarım oldu. Onlar kendilerini çok iyi biliyor, farkındalar da.

Ve bu hikayeyi okuduklarında yıllar sonra Ninja Kaplumbağalardan hangisi olduğumuz ya da olmadığımızın önemli olmadığını, bir bütünün değerli olduğunu anlayacaklar.

Ez cümle;

Hem dostlukta hem ilişkilerde insanlar ‘’Ninja Kaplumbağa mantalitesini’’ ruhlarına kazımalı.

Aklınıza kötülük gelirse mesela, önce Crank’ı hatırlayın (Makine’nin içerisinde kötülere emir veren Beyin varya). Beyin eyleme geçmeden önceki düşüncelerinizdir. Süzgeçten geçirin. Beyin’den sonra gideceği yer Shredder çünkü. Shredder eyleme geçmek için gelişmedir. Ve eyleme geçmek için Schredder işlerini Raksdedi ve Bibap’a yönlendirir. Ve işler onlara geldiğinde hep yanlış gider.

Ve geri dönülmez bir yanlışın içerisine girmiş olursunuz.

Karar sizin?


Sen Ninja Kaplumbağalardan Hangisisin?


https://www.youtube.com/watch?v=ECaFczpklmY

 

 

 

 

 

 

24 Aralık 2021 Cuma

Kurabiye Hırsızı Mısınız? ''Döner Hırsızı Emrah'ın Kurabiye Hırsızı Hikayesinde Ne İşi Var?''

 

Üniversite hayatı boyunca hiç alttan dersim olmadı, biri dışında. Kimsenin kalmadığı bir ders olması ilginç yanı. Dersi veremeyen ve kalan kişi sayısı sadece 2. 

Biri sınava girmediği için kalan Bloom (Hindistan’da olması muhtemel o aralıkta), diğeri de bendeniz.

Sınava girip, ek kağıtla 3 sayfa vererek 10 tam puan alan benim o anlarıma gidelim. ''Sınava girip kalan tek kişi'' olma başarısı olan bir hikaye yani.''

Genelde azimli ve çalışkandım. Çok fazla umursamasam bile dersleri, muhakkak kampa girer son haftada işi bitirirdim. 

Şansımızın yanında olduğu anlarda oldu tabi. Bunlardan biri 2008 yılında saat 9.00 sularında gireceğimiz muhasebe içerikli bir dersin sınavıydı mesela. Saat gece 4.00 suları masada ihale oynayıp, televizyonda Küçük Emrah filmi izliyoruz.

Kafamızı şöyle anlatayım…

İçimizden her zaman en dikkatli olanımız Hector, durdu televizyona doğru sabitlendi. O arada Emrah, kardeşi Gülcan için yarım ekmek döner çalmıştı. Dönerci ise Emrah’ın peşinden döner bıçağıyla koşmaya başladı.

Kağıt oynama sırası Hector'da idi. Hector ise; durdu..durdu..bize döndü.

Hector : Ya dedi, Emrah döneri çaldığında sabahtı, adam işi gücü bıraktı Emrah’ın peşinden yarım ekmek döner için akşama kadar koştu mu? Adam yollar aştı, köprü geçti, ormanı yardı. Yakaladı döner soğudu zaten, dükkanı da bıraktın...

Gece 4.00 nasıl fark ettin bunu be adam!!! Gercekten döneri çaldığında hava güneşli ve sabahtı. Adam gecenin karanlığına kadar peşinden koşmuş, bunu Hector fark etmişti. Kahkalara boğulduk.

İskambil kağıtları bırakıldı.

Sınava kaldı dört bilemedin beş saat. Nereden geldiyse 1 haftadır orada duran, geçen senenin soruları mantığı ile bulduğumuz sınav kağıtlarından biri. Yıl 2008, sınav kağıdı 1998 ciddi diyorum abartma yok 10 senelik makas farkı. O soruların denk gelme ihtimali ne ki?

Esprili şekilde tek yapabileceğimiz çılgınlık 1998 yılının sorularına bakalım bari, gelirse diyerek birbirimize gülerek baktık. Sadece cevaplara baktık. 15 sıralı soru abi.

Saat 8.00-8.30 sularında kantine girdiğimizde, 1000 küsür sayfalık kitaplar arasında saçları elektriklenen insanlar topluluğu bizi karşılamıştı. Bizim elimizde tek sayfa gülüyoruz dedik bunlar çıkacak sınavda hey babam hey 1998. Tabi kimse inanmadı ve bakma gereği duymadı o sararmış sayfaya. Gidin burdan der gibilerdi. 

Sınav başladı arkalı önlü oturduk gülüyoruz. Sınav kağıdı önüme geldi. 

Önümde duran Michael’e vurdum.

Dodi : Laan aynı, aynı…Nasıl olabilir? 98 Yılı aynı. 

Digerleri bana diyor ki aynı mı? Aynı...Aynı sesleri…Şşşt demelerine neden olduk gözetmenlerin. Onlarda şaşkındı bizim mutluluğumuza.

5 dakika içerisinde tüm cevapları soruları okumadan yazdık.

Muazzam bir andı.

Sonuçlar açıklanınca tüm sınıf dökülürken bizim notlar 98,97,96..ardışık sadece Hector 75 almıştı. Hector zaten, başka bir sınavda, sınav soruları sıralı cevaplanacak diye ve sadece son soruyu biliyor diye, ek kağıt isteyerek onu yapıp veren biri. Araya saygıdan boşluk bırakıyor. Ek kağıda, son soruyu yazıp cevaplayarak sınav kağıdını öyle verecek kadar delikanlı bir arkadaşımız.

Tamamen şans ve nokta atışı yani. Bazen şansla da olabiliyor.

Ama en özeli ve gerçekten ne yaptığımı bilmediğim tek sınavdır yazacağım. Tüm yazdığım hikayelerin başlangıcı bu sınavdaki hayal gücüme dayanıyor.


Final Chapter

·        Final dört Soru, iki soru Doğan Cüceloğlu’nun kitabından, diğerleri iletişim konulu aldığımız dersin kitabından çıkacak. Net.

Geçmek için iki soruyu doğru yanıtlamanın yeterli olacağı bir final raundu.

Tek eksik, bende Doğan Cüceloğlu’nun kitabı yok. 

Alsam ne zaman bitireceğim kalmış bir gün. 2 soruyu bir şekilde hallederiz, 50-60 la geçer gideriz dedim. 

Kazın ayağı öyle değilmiş.

Sınava girildi, sorular geldi. 1998 yılı yok karşında 5 dakikada yaz çık. Dört soruyu da bilmiyorsun.

Planımı yaptım...

İlk beş dakikamı anlamaya verdim ve olsa olsa sunlar kitaptandır dedim. Yuzde elli joker hakkım eminim, son kararım. 

Hangisi Doğan Cüceloğlu’nun kitabından, hangisi ders kitabından gel buradan yak.

Kurabiye Hırsızı hikayesindeki ana düşünceyi soran soruyu cevaplamaya başladım. Ne kadar yazarsam o kadar şansım olur belki diye düşünüyorum.

Yazdım..daha yazdım, ek kağıt istedim yazdım. 

Aklıma gelmedi bu hikayenin Doğan Cüceloğlu’nun kitabında olduğu tabi ki. 

Ben iletişim teknikleri kitabındandır diye düşünüp, kendimce başka bir kurabiye hırsızı hikayesi yazdım sayfalarca. Aklıma kardeşi Gülcan için döner çalan ‘’Döner Hırsızı Emrah’’ mı geldi bilmiyorum. Çocuk cebinde para olmadığı için karnı çok acıkmıştır ve pastanenin önünde durup beklemiştir. Hırsızlık yapmak istemese bile çocuk o kadar karnı açtır ki bir an onları çalıp, para kazandığında geri verecektir mesajı barındıran saçma sapan sayfalarca yazı. Alıp inceletilmesi gereken bir sınav kağıdıdır. Bilmeyen birisinin, bilgisizliği ile hem de bir profesöre şov yaptığı bir sınav kağıdı.

İletişim konulu, teknik bilgiler de içeren ve kitap sentezlenen bir sınavda, sen nasıl hiçbir şey bilmeden üç sayfa yazı yazabilirsin?

Sonuçlar açıklandığında aldığım puan 10’du. Evet 10. 10 tam puan. 

Okurken hayret etmiş midir? 

Dalga mı geçiyor, dahi mi bu çocuk? Yoksa aptal mı? 

Kesin anlam verememiştir. 

Hatta kendinden şüphe etmiş olabilir acaba ben mi soruları yanlış sordum?


Sınav çıkışı sordum kurabiye hırsızını, ne yaptınız?

-Kitaptandı da, şöyle şöyle…

+Kitaptan mı? (Hayda..aaa.. yazdık mı 3 sayfa kurabiye hırsızı adam sanacak bizi torbacı keş)

Kitap almışlar, kitapları var... Tek bende yokmuş kitap. Cevaplamışlar da bir güzel.


Sınavdan sonra detaylı araştırdım, okudum ve inceledim. Baştan sona değil, sondan başa eğitim benim; ama daha kalıcı.

Tecrübeler, anılar güzel. Yani pişman mısın? Değil!!! Gene olsa gene yaparım !!!😊

------


Hikayeyi merak edenler için kısa özetini ve sonrasında sınavda sordukları ana fikri kendime göre şimdiki zamanda yanıtlayayım.

Rahmetli Doğan Cüceloğlu çok değerli bir yazardı. Böyle bir hikayeden sonra ölüm haberini yakın zamanlarda almak içsel olarak üzmüştü.

Derin saygı ve sevgilerimle, ‘’Mekanı Cennet Olsun’’ diyerek…

 

Hikaye Özeti (Spoiler içerir)

Kadının biri uçağının kalkmasını beklemekte. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıyor. Sonra da kendisine oturacak bir yer buluyor baba.

Kitabı okumaya başlıyor. Kitaba kaptırıyor kendini.  Yanında oturan adamın o esnada, aralarında duran paketten birer birer kurabiye tırtıkladığını fark ediyor. Kadın bakınca da adama, adam yüzünde gülümsemeyle kurabiyeleri ikiye bölerek; yarısını ağzına atıp, diğer yarısını da kadına uzatıyor.

Kadın : "Ne kadar düşüncesiz ve ne kaba bir adam diye düşünüp, sinirleniyor.''

Uçağının kalkacağı anons edildiğinde de eşyalarını toparlayıp, bir an evvel çıkış kapısına doğru hareket ediyor. Kurabiye Hırsızı diye düşündüğü adama dönüp bakmadı bile (Ben…Yaşar Usta..seni vururum, dönüp arkama bakmam bile…)

Uçağa biniyor. Oturunca koltuğa, çantasından kitabını almak için elini uzatınca kurabiyelerin çantasında olduğunu görüyor.

‘’Kurabiyeleri çantadaydı?’

Kadın : "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer…'' Ötekiler de adamındı ve benimle her bir kurabiyesini paylaşmıştı! diyor içses.

Özür dilemek için çok geç kaldığını anlıyor o an.


Ez Cümle;

Kaba ve cüretkar olan KURABİYE HIRSIZI kadının ta kendisiydi işte.

Başkalarını suçladıkça insan, diğer insanların gözünde o kadar küçülür..küçülür…küçülür ki..

Ta ki görünmeyene kadar.

‘’Hayat, başkalarını suçlamadan önce, kendimize dönüp bakmamız gereken yerdir.’’

 

Saygılarımla.


https://www.youtube.com/watch?v=DKfUbBPOzV8











23 Aralık 2021 Perşembe

Tazmanya Canavarını Kovalayan Sarı Saçlı Çocuğu Sen Nasıl Bilmezsin?


Bir yaz akşamı, hava hafiften serin, balkonda bir masa ve erik yiyebileceğin dostlar.

Dostlarımızın adları da bu hikayede Jack, Steven, Michael olsun.

Ucuz üzüm yemeyi bırakıp, pahalı erik yemeye başladığımız zamanlara dayanır bu hikaye.

Yenilen eriklerin sayısı arttıkça, sohbet farklı bir hal almaya başlar.

Kadınlardan, spordan, siyasetten konuşursun. Sonra bir görüntü karşına gelir.

 Jack, bir anda şişe gözlü gözlüğünü takmış ve gülüyor sohbete 32 dişiyle.

Dodi: Lan Steven, Jack’e bak! Aynı Clarke Kent.



Herkes gülmeye devam eder…

Steven :  (Steven bu esnada bıyık altı gülüş anlamayan ölü kedi bakışıyla) Clarke Kent kim ?

Michael : (Michael 45 dereceli, sert bir kafa hareketi ile sinirli bir şekilde, sağa doğru bakışları ile kilitlenerek) Ciddi misin sen?…Senn..Sen Clarke Kent’in kim olduğunu bilmiyor musun? Sen Clarke Kent’in kim olduğunu nasıl bilmezsin!!!

‘’Clarke Kent’in bu olaylardan haberi yok belki ama, sanki bizim için namus meselesidir.’’

Steven : Bir taraftan erik yiyerek ağzını şapurdatarak, özel yeteneği olan sakinliği ile

 ‘’Bilmiyorum abi ? Kim o?

Michael : Oğlum nasıl bilmezsin sen Clarke Kenti!! Cahil misin sen? Sen cahil misin? (Bu esnada bu cümleleri sürekli devrik olarak, her pozisyonu ile söylemekte) diyerek; bana dönüp ‘’lan oğlum cahile bak, Clarke Kent’i tanımıyor demez mi?


O esnada, arka planda sessizliğini bozmayan beni, ekstra sinirlendirmişti bu olay.

Çünkü sabahında, cahillik üzerine benzeri bir olay yaşayıp tartışmıştık ve konu en az Clarke Kent kadar önemliydi.


…8 SAAT ÖNCESİ- FLASHBACK …

Sabah yaşadığımız tartışma ise ‘’ Tazmanya Canavarını Kovalayan Sarı Saçlı Çocuğu’’ hatırlamamasıydı.

Dodi : Hani mızraklı tazmanya canavarını avlamaya çalışıyordu? Kabilesi vardı, elleri ayakları büyüyordu hatta bir ilaçtan, onu avlamak için çeşitli hileler yapıyordu…’’Yokyokyok…yok’’

Steven : Haa Tweety diyorsun karşim biliyorum. (Su Slyvester var ya kedi olan Looney Tunes’de onun yemeye çalıştığı sarı kanarya kuşu)

Dodi : Lan ne Tweety’si! Delirtme adamı. Hani Tazmanya Canavarı var? 

 

Steven : Evet biliyorum onu.

Dodi : Heh orada bir çocuk var, saçları tavuk götlü, elinde mızrak, ailesine kendini kanıtlamaya çalışıyor Tazmanya Canavarını yakalayıp.

Steven : Yok hatırlamadım karşim, bilmiyorum.

...‘’Lan sen nasıl bilmezsin Tazmanya canavarını diyerek tartıştık.’’ 

Vay sen Tazmanya canavarını biliyorsun da sarısın çocuğu bilmiyorsun, sen nasıl üniversite mezunusun. Sen üniversite bitirsen ne bitirmesen ne?...uzayıp giden ağza alınmayacak cümleler.

 

Şimdi gelelim Michael’in cahillik hakkında bana dönerek bilgi bekleyişine, teyit etmeme…

Michael: Oğlum nasıl bilmezsin sen Clarke Kenti!! Cahil misin sen? Sen cahil misin? (Bu esnada bu cümleleri sürekli devrik olarak her pozisyonu ile söylemekte) diyerek; bana dönüp ‘’lan oğlum cahile bak, Clarke Kent’i tanımıyor demez mi? de kalmıştık.

(8 saat önceki olayın siniri geri geldi, bir de Clarke Kent)

Dodi : TABİ LANNN..CAHİL HERİFİN TEKİ BU…LAN BU… BU VARYA DAHA SABAH TARTIŞTIK…BU DAHA ‘’TAZMANYA CANAVARINI KOVALAYAN SARI SAÇLI ÇOCUĞU TANIMIYOR’’ CAHİL..CAHİLİN ÖNDE GİDENİ..şeklinde isyan ve sinirle söyleyince zaman durdu…

'Sadece gülen Clarke Kent'e benzeyen Jack', 'Sakin Steven', 'Şaşkın Michael' birlikte durdular bir anda. Sustular, birbirlerine baktılar, sonra aynı anda bana baktılar. Bir gülme bombası patladı …

Her biri oldu mu sana Tazmanya Canavarı. 

Üçü de bir yerlere koşturuyor, biri duvarları yumrukluyor, başka biri yerlere vuruyor yastıklara sarılıp, diğeri suratı kıpkırmızı olmuş ağlıyor gülmekten.

Bu sefer ben bakıyorum bunlara. 

Dedim Tazmanya Canavarı’na dönüştürdüm adamları. Ben de mızraklı sarı saçlı çocuk derken tarihin en muhteşem kahkahası bol tartışması oldu. Umarım o hissi almışsınızdır:)

 

Bonus Chapter:

Taz’ı Kovalayan Sarı Saçlı Çocuk ile Taz ‘ın hikayesini hatırlayalım…

Tazmanya Canavarı ya da ‘Taz’, sınır tanımaz iştahıyla istediği her şeyi yıkar, yakar.

Tazı avlamak isteyen sarı saçlı mızraklı bir de çocuk var. Bakın bu çocuğu unutmayın. Unutursanız yukarda yazdıklarıma tekrar göz atın.

Sarı Saçlı Çocuk, ailesine kendini kanıtlamak isteyerek, kahraman olma niyetindedir. Tek amacı Taz’ı yakalayıp köyüne kabilesine getirmektir. Bunun için çeşitli yöntemler, bubi tuzakları, ilaçlar vs. dener. Mızrak onun majör silahıdır.

Taz ise; Looney Tunes evreninde, sürekli dönerek, her yeri yıkan ne dediği de anlaşılmayan, vahşi bir hayvandır. O evrende bize gösterilen Taz mutlu bir ailenin tatlı-hırçın yaratığıdır gösterilene göre. Gerçekte ise aksine bilinen çok tehlikeli oldukları beslenmek için her şeyi yapabilecek tehlikede olduklarıdır.(Tasmanya orijinal adıdır)

Diğer bir özelliği Tazmanya Canavarlarının, tek eşli olmadıklarıdır. O halde mutlu bir aile tablosu şeklinde Looney Tunes bizlere neden yıllarca izletti. 

Günümüz sosyal medyası olmadan sadece çizgi filme göre bile sempati kazandık Tazmanya canavarına. Cipsten çıkan tasosu bile değerliydi bizim için.

Çocuk yakalamasın diye Taz’ı, bekledik durduk çocuk kalplerimizle.Tazmanya Canavarını Kovalayan Sarı Saçlı Çocuğun arka planını hiç bilemedik.

Nedendi ailesinin kini? Nedendi Taz’ı yakalayıp kabileye getirme arzusu? Geçmişte ailesinden birine zarar mı gelmişti? Hiç bilemeyeceğimiz sorular. 

Fakat Taz gibi gerçekte var olmuş tehlikeli bir hayvanı tatlı gösteren çizgi film, belki gerçekte var olan zararsız bir sarı saçlı çocuğu da dünyaya avcı gibi tanıtmıştır. 

Kim bilebilir? Sarı saçlı çocuğu araştırmalarıma rağmen bulamadım, silmişler videosunu sanırım.

Ez cümle; 

Bir gün rastlarsanız mızraklı sarı saçlı çocuğa videolarda ya da karşınıza çıkarsa, sadece Tazmanya Canavarı'nın ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlayın. Sonra da gülümseyin. Lan diyin hikaye bize başka anlatıldı, meğer Taz gösterildiği gibi değilmiş diyebilin. Sağlıcakla kalın. 



 

 

 

 

 

 

 

 Saygılarımla.

 

 https://www.youtube.com/watch?v=8Jqe_2fUND0

 

 

 

 

22 Aralık 2021 Çarşamba

Jölenin İntikamı - Bardaktaki Tatlılar

Bardak tatlıları eskiden çok moda değildi.

Günümüzde oldukça çeşitlendi ve ayrı bir iş kolu bile oldu. Meyveli dondurmalı kup, çikolatalı panna, magnolia, kuptaki kadayıf keyfi...vs. derken çeşitler arttı..arttı..arttı...

Peki buraya gelene kadar insanlık neler yaşadı, nelere tanık oldu aşamaları neydi? 

Farklı bir hikaye ile içinde ruhsal olarak kesin kendinizi de bir yerde göreceğiniz küçücük bir anı anlatacağım... 

Her şey 12-13 yaşlarındayken, dayımın plastik bardak içerisinde ergen bana getirdiği saç jölesi ile başladı.

90s çocukları hatırlar...
Pastanelerde bir çok tatlı vardır bilirsiniz, fakat benim açımdan nedense hep orada yer alan bardak tatlıları dikkatimi çekerdi. Eminim sizin de öyle. Hep hayranlıkla bakardım bardaktaki tatlılara nedense.
Yeni ergen ve saçları yapılınca kızlar tarafından beğenilmesi şansı %80 artacak düşüncede yaşanan ergenlik yılları.

Radyoda o reklamlar bile sürekli çalar...''Sarışını, esmeri, kumralı; düz, havalı, dalgalı...Bilmem neyle jölele saçları, patlat flaşları...'' (Hatırladınız, gülümsediniz.)


O gün dayım bize geldi, elinde kup bardak içinde jöle (nefis görünüyor).
Kapıdan içeriye girdikten sonra salonda dönüp bana elindekini uzattı.

-Dodi sana jöle getirdim al dedi.

Gizlice onu mutfağa götürdüm, jöle bana bakıyor ben jöleye.
Kimseye fark ettirmeden bir iki kaşık almak istedim, heyecanla raftan kaşık aldım.

İlk kaşığı aldım, tadı garip geldi. Çünkü daha önce yememiştim jöle ve sadece pastanelerde görmüş özenmiştim.
Bu kadar tatsız olamaz diyerek devam ettim.

İkinci kaşığı aldım, ama hoşuma gitmemişti ve dayımın yanına gittim usulca.


+ Dayı jöle bozuk galiba, tadı ''garip'' dedim. Kahkahadan konuşamadı ve...
- ''Yedin mi onu!! '' (Yedin mi onu şaşkınlık)
Bolca gülerek ve zor konuşarak
''Saç Jölesi Lan O!'' dedi.

Çok komik bir an... Yediğim saç jölesi.
Kaşık kaşık tatlı jöle sanıp, saç jölesi yiyen ergenin dramı.



Hikayeye farklı bir son yazmak istersek Jane Austen romanı gibi.

''Yediğim jölenin tatlı olmadığını biliyordum; ama yine de inanamadım, ikinci kaşık ile test ettim. Biliyordum ama inanamıyordum.''

Acaba bozulmuş mu? düşüncesi ve emin olma isteği ile teyit etme gereği duydum.
Ve evet yediğim Saç jölesiydi. %100 de saç jölesi.

Hayatta her zaman tatlılar, raflarda göründüğü gibi olmaz.
Raflarda yer alan tatlılar, sizin beyninizi ele geçirerek kandırabilir ve size saç jölesi yedirebilecek kadar aklınıza girebilir.

Ez cümle;

Bardak içerisinde tatlı mı söylediniz?
Önce bozuk mu diye yine de benim gibi bir iki kaşık alın.
Tadı kötüyse bile yine emin olun, tatlı mı saç jölesi mi diye...
Sonra gülün geçin yediğim saç jölesiymiş lan diye :)



Saygılarımla.





Gezi Teknesini Kovalayan Tanku: Gerçek Bir Sıçma Hikayesi

Gezi tekneleri ile ilgili herkesin pek çok anısı vardır.  Benim de inanılmaz hatıralarım var, fakat bu yazacağım olay, şu zamana kadar gezi ...