Translate-Çeviri

24 Ocak 2022 Pazartesi

Gezi Teknesini Kovalayan Tanku: Gerçek Bir Sıçma Hikayesi




Gezi tekneleri ile ilgili herkesin pek çok anısı vardır. 

Benim de inanılmaz hatıralarım var, fakat bu yazacağım olay, şu zamana kadar gezi tekneleri ile ilgili yaşanan en ilginç olanıdır.

Kahramanımız hayal ürünü değildir, hikaye gerçek olaylardan esinlenerek yazılmıştır. 

Tatilinizin ilk iki gün sonrası, genelde teninizin pembeleştiği, bronzlaşmadan önce olan zamana denk gelir tur teknelerinin fark edilmesi.

Çarşıda yürüyüşe çıktığında tabelalar ve fiyatlar gözüne çarpar.

-Sorsak mı, soralım mı derken…Bu soruyu aklına getirmiş isen, muhakkak gezi teknesine binmiştir zaten.

 

Gezi Tekneleri ile ilgili alt başlıklarımız;

-Bok balığı popolina yeme,

-Shaggy ve benzeri müzikler ‘’Hey sexy lady’’ ve buna eşlik eden çeşitli garip dans figürleri,

-Teknenin en üstünden balıklama atlamaya çalışıp, kağıt gibi yapışma etkinlikleri,

-Temiz bir koya demir atma,

-Sıçma ve kapanış.

 

Bok balığı popolina(doğrusu papalina)’yı hatırlayamayanlar için yazayım.

Papalina balığını bilmeyen yoktur aslında, adını unutmuş olabilirsin. Tadını da.

Küçüklükten aklımdan kalan popolina yanlış telaffuzudur.



Biletler alınmıştır, tekneye bindikten sonra öğrenirsin bazı şeyleri. 

-Yemekliymiş gezi.

-Ne yemeği veriyorlar?

-Popolina diyorlar. Bok balığı diye bir balık dedi yandaki dayı.

Papalinayı ''popolina'' olarak şiveleştirmiş belki ve popodan da bok balığını türetmiş olabilir. 

Sonuçta Ege’de hayallere sınır konulamaz. Hele dayılara asla.

Balığı araştırdıktan sonra, sardalya’nın küçüğü olduğunu öğrendim.

Sardalya ne ki, bir de onun küçüğü. 

Neyse balığı anlattık hisleri yaşatmak adına.

Suratlar yanmaya, ortam ısınmaya ve Shaggy şarkıları çalmaya başladığında, önce ilk oynayan beklenir usul gereği.

Koyun sürü psikolojisine uygun toplumlarda, eğlence bile toplum kalabalığı ile bağlantılı olduğundan, yeterli sayısal çoğunluk sağlandığında herkes sahneye atar kendini.

Sonrası basit; 

Birbirini tanımayan insanlar birbirlerine top fırlatır, tutmaya çalışır. 

Diğer tarafta olta dansı, arkadaşını balık gibi çekerler yanlarına falan.

...

Bir de teknenin en üst kısmından atlayanlar vardır. Ergenlik döneminde karizmatik görünürdü bunlar herkese. 

Atlayana sorular sorulurdu. 

Bizde sorduk yalan değil. Ne güzel uçuyor öyle, apartman olsa 3. Katından aşağıya süzülüyor.

-Nasıl atlanıyor kardeşim kolay mı ?

- Çok basit, önce…şöyle şöyle..böyle..böyle.

Zaten her işte yapanlar için çok basittir. 

Günlerden bir gün, buna benzer birini dinlen bir arkadaşımın, gaza gelerek atlamasına şahit olmuştum.

Nasıl hipnotize olduysa, yukardan aşağıya bir atlayışı vardı.

Atlarken üst demire ayağını takıldı. 

Havada Shaggy’nin şarkılarında dans ettiğimiz, arkadaşımıza fırlattığımız topa dönüştü. 

Yarısında Fred Çakmaktaş gibi Yabadabadu...benzeri sesler çıkararak hızlanıp, kağıt gibi suya çarptı. 

Çarptıktan sonra ''Yandım Anam'' bağırışı, denizden atlayışı seyredenler için gülmekten boğulmaya itecek nedendi.

...

Yazının başında belirttiğim gibi, en ilginç olanı temiz bir koya demir atıldığı bir zaman, kakası gelen Tanku’nun hikayesidir.

Tekne koya yanaşır, insanlar denize girip eğlenmeye başlar.

Tanku ise denize girmeden önce, wc’ye girmek ister teknede sadece. 

Wc arızalıdır yazısını gördüğü gibi çalışanlardan bilgi ister.



-''Nereye sıçacaz?''




Çalışanlardan biri, Tanku’ya tuvaletler arızalı efendim maalesef dedikten sonra...

Aklına bir fikir gelir kahramanımızın.


Herkes denize girerken, o ufuktaki küçük adacığı gözüne kestirmiştir.

''Tekne ortalama olarak bir koyda en fazla yarım saat kalır düşüncesiyle, yüzerek karaya çıkayım ben, adanın arkasına sıçayım.'' der.


Denize atlar, yüzer ve karaya çıkar. 

Robinson Crusoe misali, hafif trekking yaparak, adanın arka tarafında bir yere çömer. Detayları anlatmayacağım 😊

Sıçma serüvenini sonlandıran kahramanımız Tanku, adanın ön tarafına doğru yürümeye başlar. 

Seslerin azaldığını hisseden Tanku, içsel bir korku ile hızlanarak yürümeye başlar.

-Acaba??? -Acaba??? Acaba gitmiş miydi tekne?

Olamaz, olamaz...Kesinlikle olamaz.


Tanku hafif rampa aşağı doğru inerken adacıktan, gezi teknesinin koydan müzikler eşliğinde uzaklaştığına şahit olur. 

Boş bir adadadır, uzaklaşan tekneye bakar.


Hangi hamle doğru olurdu ki?

Bir sonra gelecek tekneyi beklemek mi? Yoksa teknenin peşinden yüzmek mi?

Bir sonraki teknenin geleceği de meçhul belki ıssız adaya. (Burada empati yapın ne olur 😊)


Evet kahramanımız Tanku, teknenin peşinden saatlerce yüzdü.

Yoruldu, dinlendi, tekrar yüzdü...Yoruldu, dinlendi, tekrar yüzdü...

Açık denizde tek başına yüzen bir adam. 

Yani o esnada motorlu kayıkla yanından geçsen şaşırırsın.

-Abi senin ne işin var burada şeklinde?

Ama o yüzdü..yüzdü…çok yüzdü, diğer koya kadar.


Sonunda ne mi oldu?

Başka bir koya kadar yüzebildi. Başka bir gezi teknesi ile karşılaştı. Sonra da kıyıya ulaştı Recep İvedik misali.

Gerçekten bir sıçma hikayesi bu kadar güzel olabilirdi.


Ez cümle;

Şimdi anlattığımız olayda, ben o adaya sıçmazdım diyebilirsin belki.

Düşününce de keşke o adaya sıçan ben olsaydım diyebileceğin farklı sıçışlar yaşamış olabilirsin ama.

Hayatta sıçtık, düzelmez, nasıl olur, ne yapacağız dediğimiz anlar gelir çatar.

Ne kadar zemine yakınsan, bir o kadar da güvenlisindir aslında. 

Zor kararı verdi, Zemine Yakın Tanku

Yakalarım umuduyla hiç düşünmeden peşinden yüzerek kovaladı gezi teknesini açık denizde. 

Hem de onu bırakan bir teknenin peşinden. Tekne, o yüzüp ona yetişmeye çalışırken, ufukta kayboldu.

Tanku yüzmeye devam etti yine de.

Yüzdü, yüzdü, yüzdü…

Hiç düşünmediği o açık denizde, başka bir tekne çıktı karşısına onu kurtardı ve karaya getirdi.

En sıçtığımız anlarda bile, ne güzel sıçmıştık diyerek birbirimize anlatarak güldüğümüz nice hikayelere…


Siz yüzmeye devam edin yeter ki,

‘’Umut oldukça her yeni gün, yeni bir başlangıçtır.’’ 


Saygılarımla. 



https://www.youtube.com/watch?v=nr5ex_94vp0

 

 

 

 

 

 

 

 

12 Ocak 2022 Çarşamba

Demirden Dökümlü Hafif Paslı Dambıl

 


Dambıl İngilizce dumbell kelimesinin Türkçe okunuşudur. 

Büyüme evresinde, özellikle vücudumuzu keşfetmeye başladığımız ilk zamanları bilirsiniz. Herkesin vücudunu keşfedip sorguladığı zaman farklı olacağı için zaman kıstası koymak yersiz.

Çevresel yaşanan alaylar, beğenilmeme ve benzeri dış etkenler ile beraber özgüvene sahip olma isteğine geçiş dönemi diyebiliriz.

Sadece zeka ile olmayacağının farkındasındır. 

Zaten zekaya sahipsen amaç doğrultusunda da yapacaklarını listeler, aksiyon almaya başlarsın. Zekayı akla çevirmeye başla hınzır yiğidim.

Özellikle yakın zamanlarda çokça duyduğumuz sapyoseksüelim ben diyen insan tipi mevcut. Sapyoseksüelim diyen birinin yanında fiziki olarak bitik birine de hiç rastlamadım ya. Zeka en önemlisi evet, ama diğer unsurlar reddedilemez. Ben de zekaya aşığım ama tek başına olur mu hakim bey? Ben sadece doğruları söylemek ile yükümlüyüm, yalan hiç demedim.

Desem;

  • Amigdala’nın boyu değil,işlevi önemli.
  • Hipotalamus kaslarını gördün mü ?
  • Omurilik soğanı çok tatlı değil mi?
  • Beyinciği ne tatlı.

Saçma, komik olmayan örneklerle sapyoseksüelliği, teşbih-i beliğ yapmamın amacı, hepinizin çevresinde böyle insanlar var. 

Sadece zeka olmadığını siz de biliyorsunuz olayın. Özetle Zekayı vücuda yükledikçe insan, ek olarak tadından yenmez bunlar için. Ben böyle sapyoseksüel bir delikanlıyım.

Sapyoseksüeller şu pankartı yapın bence. 

''Görüntüsü olmayan zekayı napalım !!!'' (Taksim meydanında hayal ettim bir an bunları) 

Zekayı severiz, adonislerinden ötürü.(Salak, gülücük) 

Yemeğin salçalısı, zekanın kalçalısı.(Saçmalama v2 upgrade)



Fiziki olarak kendimi düzeltebilirim diyerek, spora adım atılan yıllara dönelim.

İlk spora adım attığınızda aklınıza gelen ilk nesne nedir?

Ben soyleyeyim önce. Demirden dökümlü hafif paslı dambıl.

İkinci alternatifte, yanından kumları dökülen mavi renkte 3 kg plastik olanıdır.

Hayalinizde canlandırdığınızda hafif tebessüm sanki.  


Bu hikaye;

·         İlk dambılını kaldırdıktan beş dakika sonra, aynanın karşısına geçip vay be ne geliştim diyenlerin hikayesidir.

·         Kasnaktan yapılmış  paslı demir kokusunu burun deliklerinde hissedenlerin hikayesidir.

·         İlluminatili, üçgen desenli halının üzerine dökülen kumlu dambıl artıklarını, ayakları ile kaloriferin ya da koltukların altına itenlerin hikayesidir.

Fazla elitist ve kolay kazananlar uzaklaşalım. Onlar anlayamaz bu hisleri.


...


İlk dambılına sahipsindir. O sahip olduğun bir de hikayedeki gibiyse...

Belirli bir süre geçtikten sonra, muhakkak birisi ayağını çarpar o cisme ‘’Demirden dökümlü paslı dambıla’’ 

Ve şöyle bir ses duyulur sürekli.

  ‘’- Dodiiiiiiieeeiieee!!!’’

Sonra tekrar birisi ayağını çarpar.

- ‘’ Aghğğğhhhh, gene mi ortada bıraktın aggghhh ayağımmm’’

Sonra tekrar eder ardışık günlerde

-En sonunda atacağım çöpe, kaldır şunu odana götür falan. Sonra, sonra hafifler ettikleri laflar ya da tecrübe kazanır, ayaklarını teğet geçmeyi öğrenirler.

Zamanla da ayaklarını vura vura ev içerisindeki kişiler alışır, serzenişler azalmaya ve hafiflemeye başlar. Bu aynı eve kedi-köpek istemem diyerek, geldikten sonra ona alışanlar gibidir.

Hatta bazıları, ayaklarını vurmadıklarında rahat etmiyorlardı gibi geliyordu bana. 

Mesela annem, ayaklarını demirden dökümlü hafif paslı dambıla vurma konusunda master tecrübeye sahiptir. Vurmadan rahat etmiyordu sanki. Artık vurmasın diye, dambılı acayip yerlere park ettiğim zamanlarda bile, bir şekilde onu bulup ayağını vuruyordu.


O demirin ayaklarda bıraktığı acılı tatlı hisler var ya.

Biri ayağını vuruyor, yüzü ağlamakla gülmekle karışık buruşuk acılıyken, sen bu görüntüde kahkaha atmaya evrilebiliyorsun anlık. Çok acayip bir his.

Sonrasında üniversiteyi kazandım da aldım oraya götürdüm arkadaşım, demirden dökümlü kasnaktan yapılmış olan paslı dambılımı. Kendimize yeni kurbanlar arama peşindeymiş gibi.


Daha çok kişi ayağını çarpması lazımdı…


Üniversite zamanlarının ortalarına doğru Facebook yaygınlaşmaya başlamıştı. Siması tanıdık kızlara dürt atılan zamanlar.(Simayen tanımadıklarımıza atmadığımız düşünülmesi kesinlikle 😊)

''Dürt'' 

Çok eskiler hatırlar anca. (Daha eskiler Poke olarak bilirsiniz ingiliççe kullanan ilk face keşifçileri siz)

Telefon kullanmaya başladığımız ilk zamanlar, kontörlü hatlarımız ile tasarruflu harcama durumlarımız vardı. Kontörlü olduğundan da karşıya çağrı attığın ve karşıdan cevap geldiğinde mutlu olduğun an gibi.

O gün evde dört kişiyiz. Üç kişi benim odamda oturuyorduk. Facebook üzerinden daha önce gönderdiği dürtü kontrol etmek için bilgisayarın başına geçen arkadaşımız John’a dürte dürt geldi (Dürten John diyelim biz buna lakap olarak)

Dürte dürt sonrası mesajlaşmaya başlayan arkadaşımızı da şöyle tasvirleyeyim.

Arabaların arka koltuğunda yaylı köpek kafası vardır ya. Hani arka arabadasındır, önündeki arabanın arkasında da dilini çıkaran, kafası sağ sol yapan yaylı oyuncak var ya. Hah aynı öyle kafası. 

Klavyeye bakmadan mutlu bir sekilde hızlı bir şekilde de yazmakta o esnada…

Şuna benzer aç Afrikalı konuşmalarını kulağımda tekrar hissedebiliyorum.

-‘’Dürt’’ lan!!!

-Karşı tarafta dürttü mü?

-‘’Dürttü’’ 

(Haydaaa evde parti şöleni)

-Yaz,yaz…yaz…

-Yazıyorum.

 

Neden bu kadar heyecan?

Dürte dürtle cevap veren kızın evinde de 3 kız var da ondan ve en önemlisi çapraz apartmandalar. Benim odamdan da bakıldığında görünebilen daire.

Heyecan artmıştı.

Dürten John, bize görevler de vermeye başlamıştı.

Steven’a ışığı açma kapama görevi verilmişti. John aç kapa dedikçe çapraz apartmana işaret çakıyordu bıyık altı gülüşleri ile. Ben ise yatak kenarıma oturmuş pencere kenarından kontrol ediyorum kızları. Perde arkası bakışları falan yakalıyorum. O anda Dürten John yazılarını ona göre yazıyor ve AçkapaSteven’a lambaları aç-kapa talimatı veriyordu.

DürtenJohn, AçkapaSteven ve ben aksiyon alırken, bu esnada Hector içerideydi.

Hector; olayın aksiyona dönüşeceğini tahmin etmemişti önceleri. Daha ciddidir ve realisttir kendisi; ama salondan, benim odamdaki gülme ve bir şeyler gerçekleşiyor sanırım hissi ile, öyle bir koşarak geldi ki…öyle bir koşarak geldi ki…öyle bir koştu ki her şey çok hızlı oldu.

Pencere açıktı yaz olduğu için.

Hector, ivmeli koşusuyla odaya girdiği gibi, kafasını eğerek bilgisayar yazışmalarına baktı ve hızını alamadan hani nerde! Neredeki daire?!!! diyerek pencereye doğru hızlı atılım yapınca…

Evet, yapınca...

Evet atılım yapınca...


İlluminati figürlü üçgen küçük halının üzerinde, o halının hareket etmesini engelleyecek yaklaşık 20 kg ağırlığındaki demirden dökümlü kasnaktan yapılmış paslı dambılı fark edemedi. 

Fark edemedi...

Tüm o anlattığım sesler var ya, hani ayağını vurduğunda tanıdıkların çıkardığı seslerin toplamı. Heh işte ona ek olarak figür katılmıştı. 

Uçabiliyordu Hector.(UçanAdamHector)

Uçak pistten havalanmış gibiydi. Rotası ise açık pencere. Zaman yavaşlamış ve sanki ağır çekim o anları izliyorduk. Hector resmen pencerenin kenarından odaya geri sekti. UçanAdamHector odaya geri dönmüştü.


Şok içerisinde ilk yaptığı, yere oturup, yerde bacak bacak üzerine atarak (Dhalsim gibi düşünün oturuşu) elleriyle ayaklarını ovuşturuyordu. 
Bunu yaparken ettiği güzel sözleri buraya yazamam, çok özel ve daha önce çok fazla duymadığım kelimelerdi demir dökümlü dambıl için.


Şirinleri görmeye umarken çapraz apartmandaki, az kalsın pencereden Hezârfen misali deneme yapıp Gargamel’i görüyordu. 

Belli bir süre sinirli olduğu için gülemedik. 

Hikayeden abi nasıl oldu? Buz koyalım mı falan diyoruz da yalan yani.

Hezârfen Ahmed Çelebi bile bunu denediğinde lodoslu bir gün seçmişti. Hector ise rüzgarın bile kıpırdamadığı bir yaz akşam üstünü seçmişti. Sonu, ormandan 4 ile sola 6 ile sağa atlayan ve 4 yerine 6 ya basan çocuk yüzünden aşağıya düşen Hugo gibi olurdu muhtemelen. Ben dambılı oraya koyarak 4 yerine 6 ya basan çocuk oluyorum gerçi ama neyse:) 

Kademeli, sindirmeli gülerek hafifleterek zamanı kahkahaya çevirdik sonraları. Ara ara hatırlar güleriz farklı yorumlarla daha da uzatırız. On yılı aşkın senedir, her hatırladığımızda ise daha da gülüyoruz farklı yorumlar katarak bir de. 

 

Ez cümle;

Acının küçüğü büyüğü olmaz.

Bazen demir dökümlü hafif paslı bir dambıl, bazen ise farklı bir şey.

Her birimiz, hayatlarımız boyunca bazı cisimlere çarpmışızdır. Çarpmaya da devam edeceğizdir.

Önemli olan ''Acılara Gülebilmektir.''

Ömrümüzün sonuna kadar acılara dönüp gülebilmeniz dileğiyle…

 

Saygılarımla.

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=LhRgDRVWJgI&list=PL9KviB6Up8IldgnwGOe7zYeXKUFIGJ-ZY&index=12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

28 Aralık 2021 Salı

Kanoya Kafa Atan Adam


Bir insanın açık denizde kanoya çarpma ihtimali sizce yüzde kaçtır?

Evet, kanoya çarpması.

''Kanonun insana çarpması değil, insanın kanoya çarpması.''

Size imkansızı anlatacağım. Olmaz demeyin, oluyor.

Dertlerin daha az olduğu bir yaz dönemine denk geliyor hikaye...

Mandıra filozofu haklıydı. ‘’Kaç yazımız var ki hayatta?’’

...

Her yazlıkçının hayalidir yaz gelse de yazlığa gitsek düşüncesi. 

O yaz günlerden bir gün hava yaklaşık 35 derece. Güneş yakıyor, tek bir bulut dahi yok. O kadar mavi ki gökyüzü, ufukla birleştiği yerde denizin rengini alıyor. Güneş o kadar sıcak ki, denizin üzerinde ışıltılar oluşturuyor. Bakmak isteğin yere, gözünü kısarak bakmak zorunda kalıyorsun.


Yazlık sahillerini bilirsiniz, olmazsa olmaz bir ''iskele’’ vardır. Nereye giderseniz gidin bu iskelede senaryolar hep aynıdır.

Çocuklar doluşur, doluşan çocuklar uzaklaştırılır.

Güreşen ergenler birbirini denize atar havarahuvara.

Amuda kalkanlar, su sıçratanlar, takla atanlar, balıklama atlayamayanlar…


Balıklama Atlayamayanlar:

Denize kağıt gibi yapışır genelde, sudan çıktıklarında kaynar su dökülmüş gibidir vücutları.

Sırf bir arkadaşım; balıklama atlayamadığı için, kız arkadaşı tarafından terk edildi.(True Story Bro/okursa yazıyı bana küfredecek ama şuraya sıkıştıralım onu da yeri gelmişken)

Farklı bir yazı yazılabilir aslında bu konuya ‘’ Balıklama atlayamadığı için terk edilen gencin dramı‘’

Yıllarca bunun üzerine çalıştı ciddi olarak.

Sonunda balıklama atmayı öğrendi ama; bu sefer de başka taklacılara denk geldi.

Yani kendine bir türlü balıklama atlayamamanın sorun yaratmadığı bir hayat ortağı bulamadı.

 ...

Neyse iskeleyi anladınız, yaşadınız o anı. Fakat o gün öyle değil. 

Bomboş bir iskele ve deniz. Sessizlik ve huzur hakim. Sıcak havayı absorve etmek adına denizin içerisindeyim, denizden dağları izliyorum manzara şahane…derken;

İskelenin başında gülerek gelen Sergio’yu gördüm.

İskelenin sonuna doğru, kırık tahtalı, üç basamaklı merdiveni aşmış, sırıtarak gelmekteydi yavaş yavaş. Sağ kol ileri giderken, sol kol geriye senkronize bir şekilde hareket etmekteydi her adımında.

Yürüyen bir yengeç sanki, tek farkı gülüşüydü. O muazzam sırıtış gözümün önünde. O mutluluk, o umarsız bakışlar.

Sergio bana doğru baktı.

- Su nasıl?

+ Çok güzel, atla.

 -Tamam geliyorum (Mutlu gülüşü ile)


Sergio’nun biraz önce balıklama atlayamanlar alanında anlattığımdan farklı kendine has bir atlayış şekli vardı.

Yana doğru denize paralel şekilde, kafası 45 derece eğik özel balıklama atlayışı vardı. Denize doğru ilerlerken vücudu pergel şeklini alırdı. Bu atlayış sonrası ise aldığı ivme ile suyun dibine girer.

Sudan çıkana kadar, kendini olimpiyatlarda son 50 metresi zannederek, önüne dahi bakmadan nefesini tutarak deparlardı. O gün de stilinden taviz vermeden başlamıştı yüzüşüne.


Denizin içerisinde tüm ana tanıklık ediyordum. 

Çok uzaklardan bir kano ivmeli bir şekilde gelmekteydi. 

Sergio’da bir o kadar ivmeliydi. 

İki ivmelinin, yine de koskoca denizde çarpışma ihtimali yoktu. 

Fakat zaman ilerledikçe saniyeler yavaşlamaya ve acaba olabilir mi sorusu zihnimde canlandı.

İvmeli kano ve ivmeli Sergio daha da yakınlaşmıştı birbirlerine.

Denizin içerisinden ‘’Sergio..oo.Sergio…Dur..rrr!!!’’ diye bağırmaya başladım.

İvmeli kanodaki çocuk fark etti '' İskeleden durgun denizi köpürterek gelen Sergio’yu''. Ve durdu, nutku tutuldu, hareket edemedi.

Sağa sola bakarken ivmeli kanodaki çocuk. Bir ses.

DANNNN!!!! Bir ses ki, kafadan çıkması imkansız.

AOOOUWWW!! İkinci bir ses ki, kurt uluyor denizde.

...


Sergio, tüm bunlar olurken ne düşündü acaba?

Denize atlarken Rodos’a kadar açıktı. Denizin içerisinde tek bir canlı bile yoktu benim dışımda. Alabildiğine boş.

Neye çarpmıştı? 

Neydi boş denizde vurduğu?

Ne olabilirdi? 

Denizin içerisindeyken hiç düşünmediği cisim nereden çıkmıştı ? 

''Gemi, tekne, zodiac, jetski, neydi ?''

Ya ivmeli kanodaki çocuğun bakışları : ''Abi ne yapayım der gibi.'' 

Çocuk durumu fark edince bıraktı kanoyu ama, hırçın Sergio bırakmadı devam etti.

O kadar sert çarptı ki, denizden izleyen ben, bunun bir intihar girişimi olduğunu düşündüm.

Çok hızlı bir şekilde durmadan öyle bir çarptı, öyle bir çarptı. Kano yalpalandı. Kanoyu devirecek güçte bir çarpma.

DANNNN!!! AOOOUWWW!!! RRIAAARIAARRRRRAAA!!! 

(Yandım rengi kırmızı)

 

Ben mi ?

Gülmekten su yutuyorum tüm bunları izlerken.

Boğulacağım kramplar girdi, ayağımı kuma basacak bir yere atmaya çalıyorum kendimi.

Çok garip bir andı gerçekten.

Seeeergio....Dur!!! (O an!)


 

 








Ez cümle;

Hiçbir şey düşünmeden, denize balıklama atlamak güzeldir. Umarsızca yüzersiniz, çevreye aldırış etmeden.

Çevrenizde biri veya birileri hep o denizin içerisindedir. Görürler ne olup ne olamayacağını. O kişi veya kişiler sizi uyarır, durdurmaya çalışırlar.

Fakat siz, kimseyi dinlemeden devam edersiniz sonunu düşünmeden yine de.

Çünkü güneş sıcak, deniz serindir. Tıpkı dondurma reklamı gibi, sıcak kumlardan serin sulara atlamak gibi.

Kanonun geleceği belliydi. 

Denizin içerisindekiler sizi uyardı. 

Belki çarpacak belki çarpmayacak. Yine de duymadınız ya da aldırış etmediniz bilemeyiz.

Hiç beklemediğiniz boş bir denizde, beklemediğiniz bir anda kanoya çarparsınız sonra.

Hem de ne çarpma.

Kafamı taşlara vurayım demek bile az kalır, kafamı kanolara vurayım dersiniz.

Sözün özü; Boş denizde olsa, kanoya kafa atmadan önce iyi düşünün. 

Deniz bir anda dalgalanabilir, köpekbalığı gelebilir, kano çıkabilir…


Yine de ben düşünmem yaparım derseniz,

''Boş denizlerde daha çok kafa atarsınız kanolara...''


Saygılarımla.


https://www.youtube.com/watch?v=HZLgaP9QJ0A


...

Sonradan gelen edit;

Bonus : 

Sergio'nun açıklamaları ''O an''

https://soundcloud.com/do-an-sara-387689486/sergio?si=e50a504be7734ab8a54570fb1a5e695f&utm_source=clipboard&utm_medium=text&utm_campaign=social_sharing





 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

.

 

 

 

26 Aralık 2021 Pazar

Sen Ninja Kaplumbağalardan Hangisisin?


Aileden ayrılıp ilk defa şehir dışına okumaya gidecek kişilerin dikkatine…

Öys sisteminden Öss devrine geçilen yıllar…

Fen mi ? Eşit ağırlık mı ? Sosyal mi ?

Senden seçim yapmanı beklerler, daha kendini tanımadan. Matematiğin iyiyse sen bence fen seç cümleleri başlar. Bir başkası için sen çok kitap okuyorsun bence sen fen seçme gibi.

Seçersin olmaz. Evet olmaz.

Sene kaybedersin, dershane parası, tekrar çalışma derken yükün ağırlaşır.

Bu sefer olmaya yakınsındır, sana iyi üniversitelerin iyi bölümleri sunulmaya başlar fakat tek sınav hakkın vardır. O gün gelir başın ağrır. Türkçe paragraf sorularında, kafanı eğdiğin için sümükle imtihanı olur çoğu kişinin bilen bilir. Hem millete hem sana eziyet gibi gelir.

Hedef puanın en az 30 puan altında kaldığını bilirsin çıkınca ve dersin ki olmadı İstanbul.

 

Olmadı İstanbul…

Üzülerek dersin belki bunu ama yıllar sonra da iyi ki olmadı diyebilirsin.

 

Aile ile yaşayan, sistemini hem ailesi hem de kendisi için bozmayan insana kader değiştirtecek an olur. Sonuçlar açıklandığında tam tahmin ettiğin aralıkta bir üniversite sana merhaba demiştir. Ve yola koyulursun.

Devlet yurdu da çıkmıştır sana.

Bazıları tek bir bavulla ailesi yanında olmadan o odalara geçer. Bazıları çekirdek, bazıları ise geniş aile olarak gelip, evlatlarını bırakırlar o kapının önüne.

Ertesi gün olduğunda ise herkes yalnızdır. Yeni hayatlarının ilk gününe merhaba derler.

Geniş ailem beni bıraktı, sonra gittiler. Odada benden önce iki kişi gelmişti fakat odada değillerdi. Eşyalarımı yerleştirmeye başladım bende. Derken valizin içerisinden bir zarf çıktı. Ağlayarak okudum. Sonrasında yıllarca bu zarftan söz etmedim sanki hiç görmemiş gibi. Mezun olana kadar 4 yıl boyunca cüzdanımda sakladım. Mezuniyet diplomamı almadan bir gün önce anneme bir zarf verdim. Bunu tam diplomayı aldığım ve elimi yukarı kaldırdığım zaman aç ve oku dedim. İçerisinde 4 yıl önce bana yazdığı o mektup ve benim ona mezun olmadan bir gün önce yazdığım bir yazı. Detaylarını yazmayacağım tabi size.

Mektubu okuyup hüzne kedere boğuldum o an, yanımda getirdiğim gitarımı aldım.

Ranzanın üst tarafını seçmiştim. Gitar çalamıyordum, sadece Nilüfer’in Caddelerde Rüzgar şarkısını tek telden çalmayı öğrenmiştim. Telefon açtım ve bunu çaldım o gün. Çok ağladı bizimkiler 😊

Neyse duygusallıktan çıkarak, odaya Ninja kaplumbağaların bir bir geldiği zamana akalım.

Önce Jesus geldi. Jesus 1.85 boylarında 55 kg yatağın yanında duran 1 Lt CocaCola şişesinin %85 i sigara izmariti olan ilk insan. Sonra yıllarını yurda adamış Elon..Sohbet koyulaştı.

Hatırlatma Niteliğinde Bilgi:

Çocukluk yıllarımızın en sevilen çizgi filmlerinden biridir.

·         Kaplumbağalar Leonardo, Donatello, Rafael ve Mikelenjelo.

·         Dört kaplumbağayı büyüten de bir fare, ‘’Usta Splinter’’

·         Düşmanları Star Wars karanlık taraftan yeni çıkan Shredder(Şiredır)

·         Shredder adamları domuz Bebop(Bibop) ve gergedan Rocksteady(Raksdedi).

·         Shredder ve adamları emirleri, bir robotun içerisinde yer alan bir beyinden alırlar.

·         Elbette ki haber muhabirimiz güzeller güzeli April O’neal.  

Muazzam ilginç karakterler. Tek tek incelemek uzun saatleri bu yazıya dökmek demek. Ondan odağımız Ninja Kaplumbağa mantalitesinde olacak aşağıda yazacaklarım.

Konu nereden ne şekilde geldiyse, acaba kapıdan içeriye dördüncü olarak kim gelecekti diye konuşmaya başladık. Derken konu Ninja Kaplumbağalara kadar geldi.

Sen kimdin? – Ben Mikelenjelo.

Sen? – Ben Donatello

Sen? -Ben Rafael

’Ya gelecek dördüncü bu üçünden biriyim derse? ‘’

Leonardo olmak kolay değil çünkü. Herkes Leonardo olmak ister. Oldum sanarsın. Sonra biri çıkar der ‘’Senin neren Leonardo’’.

Anladın mı?

Zor iş Leonardo olmak. Her Leonardo’yum diyene, biri çıkar bunu der. Kolay iş değil.

He…ee.. Ama desen ki ben Rafael’im. Ha iyi tamam derler yani anladın mı? Ya da Mikelenj.

April O’neal mesela Mikelenjelo ile güler eğlenir. Donatello’yu şirket ve bilgisayar işlerinde, Rafael’i de sinirli diye pis işlerde kullanır. Başrol için de Leonardo’yu seçer.

Çocuk filmi falan anlamıyorduk da var diyorduk bunda bir iş. Leonardo aşkın prensi. Di Caprio.


‘’Ya gelecek dördüncü bu üçünden biriyim derse? ‘’ de kalmıştık…

Kapı hafiften açıldı 45 derecelik açıyla…Göz göze geldik.

‘O an’

Dördüncü gelmişti. Kaşlarını hafif aşağıya doğru çatıp, kafasını eğmişti ve bu eğiklikten gıdı oluşmuştu anlık suratında.

O bana bakıyor, ben ona.

Tanıyor muyduk birbirimizi? – Hayır

Tanımıyor muyduk peki? -Bilmiyorum.

İçsel bir içgüdü ile kendimi ranzadan aşağıya tek hamle ile attım. Kendimi saldım aşağıya tam bir Ninja kaplumbağa gibi yani. Aşağıya atladığım gibi 270 derecelik bir açı ile dönerek yüzüne baktım.(Yandaki fotoğraf benzer bir oda neredeyse her şey aynı odada, atladığım açı bile aynı zihinlerinizde canlandırmak adına)



Ve dedim ki:

-''Sen Ninja Kaplumbağalardan hangisisin?''

Düşün ki ilk defa yurt odasına giriyorsun. Ailenden, arkadaşlarından, şehrinden ayrılmışsın. Ne olacak, nasıl insanlar ile tanışacağım diye düşünürken kapıyı açıyorsun. Ve önünde ranzadan atlayarak sana bu soruyu soran ben. ‘’Sen Ninja Kaplumbağalardan Hangisisin’’

Çok kısa bir duraksamadan sonra…

+Hı..Ha..Hu..aa.Ha diyerek bir gülme ve ‘’Gel buraya…ya ben nereye geldim diyerek gülümseyen ve bana sarılan biri’’  

Daha komiği diğer üst ranzadakinin de bunun arkadaşı çıkması tesadüfü. Sanki Yurtlar Kurumu Ninja Kaplumbağaları oluşturalım diye bizi koymuş odaya.

Dedim bu Leonardo’ysa Leonardo, değilse mesela ben Rafael’im tamam ben de Leonardo derim öyle bir ambiyans.

Bazı anlar vardır. Biri ile daha önce tanışmamışsındır, fakat sanki yıllar öncesinden onu tanır gibisindir.

Ve zamanın süzgecinden beraberce geçmiş, anıları biriktirmiş ve belki farklı bir hayatta o anılar ile gözlerimizi kapamışızdır. Farklı bir paralel evrende tekrar karşı karşıya gelmişsinizdir belki.

O an onun için acaba tanıyor muyum? der gibi bakarsın. Hem dost için böyledir, hem sevgili.

Ramiz Dayı olsa tam şu anda şu ses tonuyla belki şöyle derdi: Ramiz dayı ses tonu ile değiştirerek okursunuz ‘’Önemli olan Leonardo, Rafael, Donatello, Mikelenjelo olmak değildir yeğen, önemli olan bir bütün olarak, her birini ruhunda taşımak.’’

Evet.

Leonardo ya da Rafael olmak değil, bir bütün olarak dost olabilmekti. Dostluğumuz hala sürmekte kapıdaki dördüncüyle. 16.yıla girdik kardeş gibi kah Rafael, kah Leonardo, kah Donatello kah Mikelenjelo falan.

Bunun dışında daha bir sürü Ninja Kaplumbağa olan dostlarım oldu. Onlar kendilerini çok iyi biliyor, farkındalar da.

Ve bu hikayeyi okuduklarında yıllar sonra Ninja Kaplumbağalardan hangisi olduğumuz ya da olmadığımızın önemli olmadığını, bir bütünün değerli olduğunu anlayacaklar.

Ez cümle;

Hem dostlukta hem ilişkilerde insanlar ‘’Ninja Kaplumbağa mantalitesini’’ ruhlarına kazımalı.

Aklınıza kötülük gelirse mesela, önce Crank’ı hatırlayın (Makine’nin içerisinde kötülere emir veren Beyin varya). Beyin eyleme geçmeden önceki düşüncelerinizdir. Süzgeçten geçirin. Beyin’den sonra gideceği yer Shredder çünkü. Shredder eyleme geçmek için gelişmedir. Ve eyleme geçmek için Schredder işlerini Raksdedi ve Bibap’a yönlendirir. Ve işler onlara geldiğinde hep yanlış gider.

Ve geri dönülmez bir yanlışın içerisine girmiş olursunuz.

Karar sizin?


Sen Ninja Kaplumbağalardan Hangisisin?


https://www.youtube.com/watch?v=ECaFczpklmY

 

 

 

 

 

 

24 Aralık 2021 Cuma

Kurabiye Hırsızı Mısınız? ''Döner Hırsızı Emrah'ın Kurabiye Hırsızı Hikayesinde Ne İşi Var?''

 

Üniversite hayatı boyunca hiç alttan dersim olmadı, biri dışında. Kimsenin kalmadığı bir ders olması ilginç yanı. Dersi veremeyen ve kalan kişi sayısı sadece 2. 

Biri sınava girmediği için kalan Bloom (Hindistan’da olması muhtemel o aralıkta), diğeri de bendeniz.

Sınava girip, ek kağıtla 3 sayfa vererek 10 tam puan alan benim o anlarıma gidelim. ''Sınava girip kalan tek kişi'' olma başarısı olan bir hikaye yani.''

Genelde azimli ve çalışkandım. Çok fazla umursamasam bile dersleri, muhakkak kampa girer son haftada işi bitirirdim. 

Şansımızın yanında olduğu anlarda oldu tabi. Bunlardan biri 2008 yılında saat 9.00 sularında gireceğimiz muhasebe içerikli bir dersin sınavıydı mesela. Saat gece 4.00 suları masada ihale oynayıp, televizyonda Küçük Emrah filmi izliyoruz.

Kafamızı şöyle anlatayım…

İçimizden her zaman en dikkatli olanımız Hector, durdu televizyona doğru sabitlendi. O arada Emrah, kardeşi Gülcan için yarım ekmek döner çalmıştı. Dönerci ise Emrah’ın peşinden döner bıçağıyla koşmaya başladı.

Kağıt oynama sırası Hector'da idi. Hector ise; durdu..durdu..bize döndü.

Hector : Ya dedi, Emrah döneri çaldığında sabahtı, adam işi gücü bıraktı Emrah’ın peşinden yarım ekmek döner için akşama kadar koştu mu? Adam yollar aştı, köprü geçti, ormanı yardı. Yakaladı döner soğudu zaten, dükkanı da bıraktın...

Gece 4.00 nasıl fark ettin bunu be adam!!! Gercekten döneri çaldığında hava güneşli ve sabahtı. Adam gecenin karanlığına kadar peşinden koşmuş, bunu Hector fark etmişti. Kahkalara boğulduk.

İskambil kağıtları bırakıldı.

Sınava kaldı dört bilemedin beş saat. Nereden geldiyse 1 haftadır orada duran, geçen senenin soruları mantığı ile bulduğumuz sınav kağıtlarından biri. Yıl 2008, sınav kağıdı 1998 ciddi diyorum abartma yok 10 senelik makas farkı. O soruların denk gelme ihtimali ne ki?

Esprili şekilde tek yapabileceğimiz çılgınlık 1998 yılının sorularına bakalım bari, gelirse diyerek birbirimize gülerek baktık. Sadece cevaplara baktık. 15 sıralı soru abi.

Saat 8.00-8.30 sularında kantine girdiğimizde, 1000 küsür sayfalık kitaplar arasında saçları elektriklenen insanlar topluluğu bizi karşılamıştı. Bizim elimizde tek sayfa gülüyoruz dedik bunlar çıkacak sınavda hey babam hey 1998. Tabi kimse inanmadı ve bakma gereği duymadı o sararmış sayfaya. Gidin burdan der gibilerdi. 

Sınav başladı arkalı önlü oturduk gülüyoruz. Sınav kağıdı önüme geldi. 

Önümde duran Michael’e vurdum.

Dodi : Laan aynı, aynı…Nasıl olabilir? 98 Yılı aynı. 

Digerleri bana diyor ki aynı mı? Aynı...Aynı sesleri…Şşşt demelerine neden olduk gözetmenlerin. Onlarda şaşkındı bizim mutluluğumuza.

5 dakika içerisinde tüm cevapları soruları okumadan yazdık.

Muazzam bir andı.

Sonuçlar açıklanınca tüm sınıf dökülürken bizim notlar 98,97,96..ardışık sadece Hector 75 almıştı. Hector zaten, başka bir sınavda, sınav soruları sıralı cevaplanacak diye ve sadece son soruyu biliyor diye, ek kağıt isteyerek onu yapıp veren biri. Araya saygıdan boşluk bırakıyor. Ek kağıda, son soruyu yazıp cevaplayarak sınav kağıdını öyle verecek kadar delikanlı bir arkadaşımız.

Tamamen şans ve nokta atışı yani. Bazen şansla da olabiliyor.

Ama en özeli ve gerçekten ne yaptığımı bilmediğim tek sınavdır yazacağım. Tüm yazdığım hikayelerin başlangıcı bu sınavdaki hayal gücüme dayanıyor.


Final Chapter

·        Final dört Soru, iki soru Doğan Cüceloğlu’nun kitabından, diğerleri iletişim konulu aldığımız dersin kitabından çıkacak. Net.

Geçmek için iki soruyu doğru yanıtlamanın yeterli olacağı bir final raundu.

Tek eksik, bende Doğan Cüceloğlu’nun kitabı yok. 

Alsam ne zaman bitireceğim kalmış bir gün. 2 soruyu bir şekilde hallederiz, 50-60 la geçer gideriz dedim. 

Kazın ayağı öyle değilmiş.

Sınava girildi, sorular geldi. 1998 yılı yok karşında 5 dakikada yaz çık. Dört soruyu da bilmiyorsun.

Planımı yaptım...

İlk beş dakikamı anlamaya verdim ve olsa olsa sunlar kitaptandır dedim. Yuzde elli joker hakkım eminim, son kararım. 

Hangisi Doğan Cüceloğlu’nun kitabından, hangisi ders kitabından gel buradan yak.

Kurabiye Hırsızı hikayesindeki ana düşünceyi soran soruyu cevaplamaya başladım. Ne kadar yazarsam o kadar şansım olur belki diye düşünüyorum.

Yazdım..daha yazdım, ek kağıt istedim yazdım. 

Aklıma gelmedi bu hikayenin Doğan Cüceloğlu’nun kitabında olduğu tabi ki. 

Ben iletişim teknikleri kitabındandır diye düşünüp, kendimce başka bir kurabiye hırsızı hikayesi yazdım sayfalarca. Aklıma kardeşi Gülcan için döner çalan ‘’Döner Hırsızı Emrah’’ mı geldi bilmiyorum. Çocuk cebinde para olmadığı için karnı çok acıkmıştır ve pastanenin önünde durup beklemiştir. Hırsızlık yapmak istemese bile çocuk o kadar karnı açtır ki bir an onları çalıp, para kazandığında geri verecektir mesajı barındıran saçma sapan sayfalarca yazı. Alıp inceletilmesi gereken bir sınav kağıdıdır. Bilmeyen birisinin, bilgisizliği ile hem de bir profesöre şov yaptığı bir sınav kağıdı.

İletişim konulu, teknik bilgiler de içeren ve kitap sentezlenen bir sınavda, sen nasıl hiçbir şey bilmeden üç sayfa yazı yazabilirsin?

Sonuçlar açıklandığında aldığım puan 10’du. Evet 10. 10 tam puan. 

Okurken hayret etmiş midir? 

Dalga mı geçiyor, dahi mi bu çocuk? Yoksa aptal mı? 

Kesin anlam verememiştir. 

Hatta kendinden şüphe etmiş olabilir acaba ben mi soruları yanlış sordum?


Sınav çıkışı sordum kurabiye hırsızını, ne yaptınız?

-Kitaptandı da, şöyle şöyle…

+Kitaptan mı? (Hayda..aaa.. yazdık mı 3 sayfa kurabiye hırsızı adam sanacak bizi torbacı keş)

Kitap almışlar, kitapları var... Tek bende yokmuş kitap. Cevaplamışlar da bir güzel.


Sınavdan sonra detaylı araştırdım, okudum ve inceledim. Baştan sona değil, sondan başa eğitim benim; ama daha kalıcı.

Tecrübeler, anılar güzel. Yani pişman mısın? Değil!!! Gene olsa gene yaparım !!!😊

------


Hikayeyi merak edenler için kısa özetini ve sonrasında sınavda sordukları ana fikri kendime göre şimdiki zamanda yanıtlayayım.

Rahmetli Doğan Cüceloğlu çok değerli bir yazardı. Böyle bir hikayeden sonra ölüm haberini yakın zamanlarda almak içsel olarak üzmüştü.

Derin saygı ve sevgilerimle, ‘’Mekanı Cennet Olsun’’ diyerek…

 

Hikaye Özeti (Spoiler içerir)

Kadının biri uçağının kalkmasını beklemekte. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıyor. Sonra da kendisine oturacak bir yer buluyor baba.

Kitabı okumaya başlıyor. Kitaba kaptırıyor kendini.  Yanında oturan adamın o esnada, aralarında duran paketten birer birer kurabiye tırtıkladığını fark ediyor. Kadın bakınca da adama, adam yüzünde gülümsemeyle kurabiyeleri ikiye bölerek; yarısını ağzına atıp, diğer yarısını da kadına uzatıyor.

Kadın : "Ne kadar düşüncesiz ve ne kaba bir adam diye düşünüp, sinirleniyor.''

Uçağının kalkacağı anons edildiğinde de eşyalarını toparlayıp, bir an evvel çıkış kapısına doğru hareket ediyor. Kurabiye Hırsızı diye düşündüğü adama dönüp bakmadı bile (Ben…Yaşar Usta..seni vururum, dönüp arkama bakmam bile…)

Uçağa biniyor. Oturunca koltuğa, çantasından kitabını almak için elini uzatınca kurabiyelerin çantasında olduğunu görüyor.

‘’Kurabiyeleri çantadaydı?’

Kadın : "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer…'' Ötekiler de adamındı ve benimle her bir kurabiyesini paylaşmıştı! diyor içses.

Özür dilemek için çok geç kaldığını anlıyor o an.


Ez Cümle;

Kaba ve cüretkar olan KURABİYE HIRSIZI kadının ta kendisiydi işte.

Başkalarını suçladıkça insan, diğer insanların gözünde o kadar küçülür..küçülür…küçülür ki..

Ta ki görünmeyene kadar.

‘’Hayat, başkalarını suçlamadan önce, kendimize dönüp bakmamız gereken yerdir.’’

 

Saygılarımla.


https://www.youtube.com/watch?v=DKfUbBPOzV8











Gezi Teknesini Kovalayan Tanku: Gerçek Bir Sıçma Hikayesi

Gezi tekneleri ile ilgili herkesin pek çok anısı vardır.  Benim de inanılmaz hatıralarım var, fakat bu yazacağım olay, şu zamana kadar gezi ...